ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ (k.s) sohbetleri 3

|

ABDÜLHAKİM HÜSEYNİ



BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM



ÜÇÜNCÜ SOHBET




Geçmiş zamanda fakir, dünya malı olarak bir şeye malik olmayan birpapaz vardı. (Bu şeyhler ne yapıyorlar? Halkı kandırıp zengin oluyorlar.Ben de kimsenin tanımayacağı uzak bir memlekete gideyim. Kendimi şeyh olaraktanıtayım. Böylece zengin olurum) diye düşünüyor. Hemen tasavvuf kitaplarınıtemin ediyor. Tarikat adablarını okuyor. Nasıl hatme yapılır, nasıl teveccühyapılır, hepsini öğreniyor. Adab ve talimatları ezberliyor. Ve kalkıpkendinin tanınmayacağı bir memlekete gidip kendini şeyh olarak tanıtaraktarikat vermeye başlıyor. Hatme, teveccuh, tâlim ve adab derken etrafına çokkalabalık birikiyor.




Kendisine muhabbet ve bağlılığı çok fazla olan bir dükkan sahibi tüccarvarmış. Papaz da onun sık sık ziyaretine gidermiş. Bu tüccar verilenvazifeleri yapıyor, samimi olarak çalışıyor ve nihayet keşfi açılıyor.Bir gün virdini çekmiş, rabıtadayken, hele bir bakayım şeyhimin Allah yanındamertebesi ne kadar yücedir, diye Levhi Mahfuza nazar ediyor bir de ne görsün?Bunca zaman hizmet ettiği şeyhi orada Müslüman değil, keşiş olarak yazılır.Derhal şeyhine karşı kalbi soğuyor. Muhabbeti kesiliyor. Hergün kendisine uğrayanhürmet ve saygı gösteren şeyhi o günden sonraki ziyaretlerinde bakar ki tüccarhiç hürmet göstermiyor, adabı falan terk etmiş. Dayanamaz : “Banı karşısoğuk davranıyorsun, muhabbetin kalmamış, bunun sebebi nedir?” diye ısrareder. Tüccar evvelâ söylemek istemez, fakat ısrar karşısında hakikati söyler: “Benim dinimde kâfire hürmet yoktur. Allah’ın inayetiyle keşfim,kerametim açıldı, Levhi Mahfuza şeyhimin makamına bakayım, dedim. Baktım,seni orada papaz olarak gördüm. Kâfire hürmet caiz olmadığı için sanahizmet etmiyorum.” Papaz donup kalıyor.




“Burada benim papaz olduğumu bilen hiç kimse yok. Bunu bildiğine göresenin keşfin haktır. Müslümanlık da hak dindir” diyerek Kelime-i Şehadetgetirip Müslüman oluyor. “Ben zannediyordum ki şeyhler bu dünya malı içinşeyhlik yapıyorlar, milleti kandırıyorlar. Onun için ben de şeyhlik yaparım,diye düşündüm. Tarikat adabını öğrenip kendime şeyhlik tasarlamakla buişin olacağını zannediyordum. Halbuki bu işte hakikat vardır ve İslâmiyethak dindir. Tarikat-ı Nakşîbendiye de hak ve müstakim bir yoldur” deyip İslmiyetikabul ediyor.




Nakşîbendi Tarikatı hakiki bir tarikattır. Bundan istifade edipgayeye ulaşmak da ancak tarikata uymayan şeylerden kaçınmak, tarikatınyolundan gitmek ve Allah’a ulaşmayı hedef edinmekle mümkündür. Bu daancak manevi kuvvetle, sâdâtın himmeti, ve nazarlarıyla olur. Amelininkuvvetiyle hedefe kimse ulaşamaz. Daha henüz tarikata girmeden bile insanda değişmelerolmaya başlar. Allah muhabbeti hasıl olur. Rabbü’l-Âlemin Hazretleri’ninsevgisi kalplere dolmaya başlar. Kalpler dünyadan koparak, Allah’a, Allahyoluna yönelir. Fakat ne zaman ki tarikata girilirse bu haller o zaman daha dapekişir, kuvvetlenir. Bütün bu değişmeler sohbet kuvvetiyle, zahirikuvvetle değil, ancak ve ancak manevi kuvvetle, sâdâtın himmeti ve NakşîbendiTarikatı’nın bereketiyle meydana gelir.




İnsan hakiki olarak tarikata girdikten, hakiki olarak tövbe edip pişmanolduktan sonra, derhal dünya muhabbetinin kesildiğini, eski tamah, buğz ve düşmanlıkhallerinin kalmadığını, eski fiil ve hareketlerinin terk edildiğini görür,anlar. Bütün arkadaşlarının değiştiğini fark eder. Tövbe edip tarikatagiren o kimsenin huyu değişir; halim olur, sabır ehli olur, kendisindenhakiki muhabbet zuhuru gelir. Allah’a kulluk, tâât tatlı olmaya başlar.İşte bütün bu değişmeler ancak manevi kuvvetle olabilir, zahiri kuvvetledeğil. Çok güzel vaaz ve nasihat edip sohbette bulunan çok kimseler vardırki, topluluklara hitap ederler. Herkes onları dinler. Fakat hiçbir te’siricra edemezler. Cemaat dağıldıktan sonra sanki hiç o vaaz ve nasihatıdinlememişler gibi cemaatle değişme olmaz. Eğer zahiri kuvvetle irşad işiolsaydı, cemaatin çok değişmesi icap ederdi. İşte bunlar gösteriyor ki,Nakşîbendi’lerdeki değişmeler, düzelmeler bir manevi tasarrufunneticesidir. Zahiri tasarrufla değildir.




Gavs (K.S.A) buyurdu. Gavs-i Hizanî’den bahs ederek, “Onunsohbetleri yok denecek kadar azdı, çok ender sohbet ederdi. Fakat manevitasarrufun çokluğundan cemaatinin hemen hepsi Allah aşkı, cezbe ve muhabbetiçinde bulunurlardı. Zahiri tasarrufla olsaydı bunların olmaması icapederdi. Demek ki manevi tasarrufla olmaktadır.




İnsanın Allah’a, bu Nakşîbendi Tarikatı’nı nasip ettiği için,insanı vasıta kıldığı için çok hamd ve şükür etmesi lâzım gelir. İnsangerçekleri ancak bu Tarikata girdikten sonra görebiliyor. Nakşîbendi Tarikatı’ndaolanlar, özellikle tarikatta olmayanlara baktığı zaman, onların bu helâldir,şu helâl değil, diye tefrik etmeden önlerine ne gelirse, hoşlarına negiderse, almakta ve yapmakta olduklarını görüp şeriat ve tarikattan, onlarınemirlerinden haberlerinin hiç olmadığını müşahede ediyor. Fakat insantarikata girdikten sonra bunlardan uzaklaştığını görüp hissettiği içinAllah’a çok şükür ve hamd etmesi lâzımdır. Çünkü Cenab-ı Hak butarikatı âliyi kendisine nasip edip kurtuluşuna sebep kılmıştır.




İnsanın tarikatın kıymetini bilip verilen vazifelere devam etmesi,atalet göstermemesi lâzımdır ki Allah-u Teâla vermiş olduğu nimetlerigeri almasın. Rabbü’l-Âlemin verdiği nimetin kıymetini bilmeyenlerinelinden alır. Nasıl ki Allah-u Teâla bir yerden insana rızkını verdi mi,ona riayet edip o işe sarılması lâzımdır ki işini kaybetmesin, Rabbü’l-Âleminonun rızkını kesmesin. İşte Allah yolu da aynen böyledir. İnsan biryerden bir menfaat görürse ona devam etmesi lâzımdır ki Allah-u Teâlaelinden almasın. Buna göre kişi Müslümanlığını ziyadeleştirmesi, günahlardankendini daha çok muhafaza etmesi, Allah emrine karşı gelmekten kendini dahakoruması, Allah’ın vermiş olduğu nimetleri unutmaması, amellerinde gevşeklikyapmayıp bilâkis onu günden güne ziyadeleştirmesi icap eder.




Muhabbetin artması için ne lâzımsa onu yapmak, tembellik etmemekgerekir. İnsanın Müslüman kardeşlerini kaybetmemesi ve Allah bahsi, sâdâtınsohbeti yapıldığı yerlerde dolaşması lâzımdır.




Bir gün Gavs (K.S.A) sohbetinde buyurdu : “Bir yerde bir cemaat oldumu hemen melâike oraya gelir, bakarlar. Şayet Allah bahsi yapılıyorsa onlardualarda bulunurlar. Yok eğer Allah bahsi yapılmıyorsa o cemaatten nefretederek, (Eğer siz Allah’a kul olsaydınız, O’nun bahsini yapardınız. Eğersiz Allah aşığı olsaydınız maşukunuzu anardınız) der ve oradan uzaklaşırlar.”




Bu gerçeklerin ışığında artık insanın Allah (C.C) bahsi yapılanyerlere gitmesi, Allah’ın anılmadığı yerlerden de uzaklaşması lâzımdırki meleklerin nefreti üzerlerinde olmasın. İnsanın, Allah’ın rahmetindenve meleklerin duasından istifade etmesi için Allah’ın anıldığı yerleridolaşması, onlara devam etmesi lâzımdır.




Bir seferinde Gavs (K.S.A) sohbetlerinde buyurdular ki : Hazret sohbet aşığıydı.Her zaman sohbet ederdi. Sohbet edecek kimseyi bulamayınca beş – altı yaşlarındakiçocukları toplar, dizlerinin üzerine oturtarak onlara Allah’ın sâdâtınsohbetini yapardı. Hanımı kendisinden bir seferinde sormuş. “Kurban demiş,insan senin için taaccüp ediyor. Üç yaşındaki altı yaşındaki çocuk busohbetlerden ne anlıyor ki onları etrafına topluyorsun.” Hazret, cevaben :“Ben de biliyorum bir şey anlamazlar ama benim gayem sohbet edip nâzil olanAllah’ın rahmetinden, bereketinden ve sâdâtın himmetinden istifadeetmektir. Zaten, sohbetteki gaye sohbet sırasındaki Allah ve sâdât anıldığızaman nâzil olan İlâhi rahmetten, İlâhi bereketten, sâdâtın himmet venazarlarından istifade etmektir. Menfaat sohbetin kendisinde değildir” dedi.




Bu Nakşîbendi yolunda olanların tamamı Maksud-i Bizzat içindir.Peygamber (A.S.V) şeriatı içindir. Nakşîbendi Tarikatı’nda ve diğertarikatlarda tek gaye, Allah ve Resûl’ünün sözünden çıkmamak,Peygamber’in (S.A.V) şeriatine tam ittiba ederek Allah’ın rızasınıkazanmaktır. Şu husus bilinmelidir ki, maksud tarikat değil, maksud Allah’ın Zatı, Allah’ın dostluğudur. Bütün düşünce Allah ve Resûl’ününemirlerine uyarak maksudunu Allah’ın Zatı yapmaktır. Bu da ancak Allah’ınemirlerine uymakla olur. Allah’ın emirlerinden asla çıkmamaya gayretedilmelidir. Çünkü tek gaye, maksud odur.




Bunların elde etmenin tek yolu kendini çok muhafaza ederek Allah’ınemrine muhalefette bulunmamak, kendinden günah sudur etmemesine dikkatetmektir. İnsanın Allah yolundan, hakikat yolundan çıkmaması lâzımdır.İşte bunlara titizlikle riayet edilirse Allah rızası o zaman meydana gelir.Rabbü’l-Âlemin o zaman insandan razı olur. Allah rızası elde edilinceinsanın bütün işleri hallolmuş olur.




Bütün gayeler, tarikat ve diğer çalışmalardaki bütün gayeler yalnızve yalnız Allah rızası içindir. Maksudi Bizzat içindir. Maksud Allah’ın(C.C) Zatı ve talep onun rızasıdır.




Allah rızası, ancak emirlerine tam itaat etmekle, muhalefet etmemekle,nasıl emretmişse harfiyen tatbik etmekle kazanılır. Ve o kazanıldıktansonra insanda hiçbir noksanlık kalmaz. Nasıl kalır ki Allah (C.C) ona dost,o da Allah’a (C.C) dost olmuş olur.




Şu bilinmelidir ki Allah-u Teâlâ’nın insanın ibadetine, tââtınaasla ihtiyacı yoktur Hâşâ) Rabbü’l-Âlemin onlarla ne büyük, ne de küçükolur. Yapılan bütün amellerde tek maksud Allah’ın rızasıdır. Allah’ınrızası da emirlerine mutlak bir itaat ve sözlerinden dışarıya çıkmamaklaolur. Namazdaki, tââtteki ibadetteki, maksud, gaye, menfaat Allah rızasınıkazanmak içindir. Bunlar Allah rızası ve Allah dostluğu içindir.




Allah’ın emirlerine muhalefetten azamir derecede kaçınılmalıdır.Unutulmamalı ki Allah’ın namaz, oruç ve diğer ibadetlere hiç ihtiyacıyoktur. Sadece emirlerine itaat için yapılmalıdır. Yasaklarından da,menetmiş olduğu için kaçınılmalıdır. Böylece emretmiş olduklarınıyapıp yasaklarından kaçınılmakla Rıza-i İlâhi kazanılmış olur. Bütüngaye bunda, rızada toplanıyor. Çünkü maksud Allah’ın Zatı ve O’nuninsandan razı olmasıdır.




Meselâ, insanın birkaç tane oğlu olsa, bunlardan emrine itaatedenini, sözünden çıkmayanını muhakkak ki daha çok sever. Ondan daha çokmemnun olur. Diğerleri de evlâtları, ciğerleri oldukları halde emirlerinemuhalefet ettikleri için babaları onları sevmez. Onlardan memnun olmaz.Emrine uyan oğluna daha fazla muhabette bulunur,ondan daha hoşnut olur, nekadar iyi şeyler varsa o emrinde olan oğlu için düşünür. Emrinde olmayanevlâtları için ciğerleri olduğu halde, iyi şeyler düşünmez. İcabındaonları malından bile mahrum eder. İşte Allah yolunda da durum böyledir. İnsanAllah rızası için çalışıp onu gözetmeli, bütün gaye Allah rızasınıtahsil olmalıdır. Eğer Allah insandan razı olursa insana dünyayı da, âhiretide nasip eder. Ne kadar iyi şeyler varsa, cennet dahil hepsini ona ihsan eder.Maksud dünya menfaati değil, âhirettir, Allah sevgisidir. Allah (C.C) insanıseverse karşılığını daha ziyade âhirette verir. Dünya malı vermiş veyavermemiş hiç mühim değildir. Allah rızasının karşılığı âhiret mükafatıdır.Eğer Allah rızasını tahsil etmek nasip olursa, Rabbü’l-Âlemin onu ebedülebed maksuduna erdirir, ebedi saadet ihsan eder. Ve nihayet ebedi olarakCemalullaha kavuşturur.




Hakiki dostluk ve hakiki düşmanlık âhirette meydana çıkar, dünyadapek az bilinir. Esas iyilik ve kötülük âhirette meydana çıkar, bu dünyadaiyilik kötülük pek belli olmaz. Onun için insanın muhabbeti dünyaya, dünyanimetlerine olmamalıdır. Eğer sevgisi Allah’a değilse ve kendisi de doğruyolda bulunmuyorsa, dünya muhabbeti onu kurtaramaz. Dünya kötülüklerine karşıinsanın tedbir alması lâzımdır. Gerçi takdir Allah’ındır ama insanında tedbiri elden bırakmaması icap eder. Allah’ın takdiri değişmeyeceğihalde insan dünya hayatı için, rızkı için her türlü tedbiri alıyor, âhiretiçin de elinden gelen tedbiri alması, Allah rızasını kazanmak için amelisalihe devam etmesi lâzımdır.




Eğer insana bazı şeyler keşif ve rüya yoluyla beyan olunursa vekendisi de buna göre hareket ederse indallahta mes’ul değildir.




Peygamber (S.A.V) buyuruyor: (Günahlardantövbe eden günah işlememiş gibidir)


Allah’ın tövbe dergâhı her daim açıktır. Sâdâtın himmetleride çoktur. Şimdi de Gavs’ın himmeti çoktur.










ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ



DÖRDÜNCÜ SOHBET



Şu dünya hayatında keyifle çalışan kimse yoktur, kimse isteyerek çalışmaz. Ama çalışmaya da mecburdur. Çünkü çalışmazsa bu dünya hayatında aç kalır, susuz kalır, perişan ve muhtaç olur. İşte bunun içindir ki bir çok kimse ağır şartlar altında çalışmaktadır. Meselâ, Adana’ya pamuk toplamaya giden kimseler; evlerini, çocuklarını, mal ve mülklerini terk ederek ağır şartlar altında, kavurucu sıcak güneşin hararetini tahammül ederek, sıcak sular içerek, kendi arzuları ile isteyerek mi gidiyorlar? Hayır, çünkü mecburdur gitmeye. Biliyor ki bir ay kırk gün o sıkıntıya katlanıp çalışmazsa, dünya hayatında müşkül durumda kalacak, aç kalacak, perişan olacak. Ona, buna muhtaç ve el âlemin içinde rezil olacak.

İşte Âhiret için de aynen böyledir. Kimsenin canı, keyfi çalışmak, ibadet yapmak istemese bile, Allah’ın gazabına uğramamak, cehennem ateşinde yanmamak, âhirette perişan olmamak için yüzünü Allah’a döndürmeye mecburdur. Nasıl dünya hayatında perişan ve muhtaç olmak istemiyorsa, âhiret hayatında da perişan ve muhtaç olmak istememeli ve bunun için Allah’ın emirlerine uymalıdır. Şayet uymazsa öldüğü vakit, ruhu çıktığı vakit Allah’ın azâbına uğrar. Kabir azâbı çeker, hesaba gittiğinde orada zor durumda kalır ve sonunda Rabbü’l-Âlemin onu cehennem ateşine atar. İşte bu felâketlere uğramamak için, insanın yüzünü Allah’a çevirip emirlerine riayet etmesi lâzımdır. Allah’ın rızasını kazansın. İnsan ne kadar Allah’a yönelirse emirlerine riayet ederse o kadar Allah’ın yanında makbul olur. Nitekim Allah-u Teâlâ (C.C) bir âyetinde şöyle buyuruyor :

katında en şerefliniz Allah’tan en fazla korkanınızdır) Hucurat Evet, Allah’ın (C.C) yanında en makbul insan müttakî olan takva sahibi insandır. Hakiki olarak Rabbü’l-Âlemin’in yolunda gidendir. İnsanın büyüklüğü, insanın iyiliği ameline göredir. İnsanın ameli ne kadar çok olursa Allah’ın yanında o kadar makbul ve iyilerden olur. (*)

Peygamberler bile asla amelsiz olmamışlardır. O Peygamberler ki Allah (C.C) onları yaratılışlarında büyük yaratılmış, onları Peygamber olarak var etmiş, onlar üzerinden kabir azâbını kaldırmıştır. Onlar için Cehennem azâbı olmadığı halde, yine de O, Peygamberlerine tâât ve ibadet etmelerini emretmiş ve onlar da asla emre muhalefet etmemişlerdi. Şayet etselerdi, namaz kılmayıp, oruç tutmasalardı asla Peygamber olamazlardı.

Bu amelden maksad ihlâs ve samimiyetle olan ameldir.

Allah’ın yanında en makbul kul, Peygamberin en efdali, Allah’ın (C.C) mahbubu ve dostu bizim Peygamberimiz (A.S.V) olduğu halde yine de en çok ibadeti o yapardı. O kadar tâât ve ibadet eder, Allah yolunda o kadar eza ve cefaya katlanır ki hiç kimse O’nun yaptıklarına tahammül edemezdi. İbadetlerinin çokluğundan mübarek dizleri şişerdi. Bununla beraber Rabbü’l-Âlemin bir Âyetinde Habibine şöyle hitap eder :

şekilde dosdoğru hareket et!) (Hud : 112)

Yani sana nasıl emrettiysem öyle hareket et, sakın sözümden çıkma, diye buyuruyordu Âlemlerin Rabbi. Bu âyet-i kerime inzal oldukta Peygamber (A.S.V) : “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” buyurmuştur. Çünkü içinde yukarıda geçen âyet-i kerime vardır. Onun korkusundan ve dehşetinden ihtiyar oldum. İşte Peygamber Allah’tan (C.C) bu kadar korkar, emirlerine muhalefetten bu kadar çekinirdi. İnsan da Allah’a kullukta böyle olmalı. Bazı şeyler vardır ki insan isteyerek yapmaz. Fakat mecbur olduğu için yapmalı, nefis ve şeytan muhalefet etse vücudunda bir atalet olsa bile, yine ibadetini yapmalıdır. Vücudun rahatını düşünmemelidir. İnsan dünya işine bir baksın, nasıl canı istemediği halde çalışıyor. Çünkü mecburdur. Âhiret de aynen böyledir. İnsan rahatını düşünürse Rabbına kulluk yapamaz. Zaten nefsle şeytan bu hususta çalışıyorlar. Daima insanın vücuduna gevşeklik verip Allah’a tâât ve ibadete karşı tembelleştiriyorlar. Öyleyse insan da onların aldatmasına kanarak vücudunun rahatını düşünmemelidir. İnsanın rahatı ancak yüzünü Allah’a çevirmesi ile olur. Şu halde Allah’ın emirlerin meyletmek lâzımdır.

İnsan çalışıp, yorulup eziyet çekmeden dünya rahatını temin edemeyeceği gibi, âhiret rahatı da çalışılmadan, yorulmadan temin edilemez. Âhirette vücud rahatı bulunamaz. Öyleyse insan, ne kadar zor olursa olsun, mecburen ibadetini yapmalıdır. Böyle zorlukla yapılan ibadet Allah’ın yanında daha makbuldür. Hayrı daha çoktur. Çünkü amel, tâât ve ibadet Allah’ın emirlerine uymak ve aynı zamanda nefis ve şeytana muhalefet içindir. Ameldeki gaye budur.

Yoksa Rabbü’l-Âlemin’in insanın namazına, orucuna ne ihtiyacı var. Onları ne yapsın. Âlemlerin Rabbi olan Allah (C.C) büyüktür. Hâşâ ondan noksanlık yoktur ve kimsenin ibadetine de ihtiyacı yoktur. İnsan için bütün gaye, Allah (C.C)’ın emirlerine itaat suretiyle nefis ve şeytana muhalefet edip onları ezmektir. Böylece insanın gayesi nefis ve şeytana muhalefet etmek olmalıdır.

Şeytan Allah’ın (C.C) emirlerine uymayıp, söz dinlemediğinden dolayı tard edilerek dergâhı İlâhi’den atılıp lânetlendiği zaman, Rabbü’l-Âlemin’e : “Ben de elimden geldiği kadar senin mahluklarını yoldan çıkarıp onları azdıracağım” demişti. Allah da (C.C) da :

ki Cehennemi senden (türeyenlerle) ve Adem oğullarının içinden sana uyanların hepsiyle dolduracağım.) (Sad : 85)


Şeytan vaadini yerine getirmeye çalışıyor. Elinden geldikçe, imkân ve kuvvetinin müsaade ettiği nisbette, insanları yoldan çıkarmamaya, Allah’ın (C.C) emirlerine muhalefete teşvik ediyor, zorluyor.O şeytan, şeytanlığıyla biliyor ki tard edilmiştir. Biliyor ki kendisine azâb vardır. Tahkikü’l-yakîn olarak biliyor ki Allah’ın Cehennemi vardır. Allah’ın kuvvet ve kudretini biliyor. İnsandan binlerce defa daha fazla Allah’ın azametini idrak ediyor. Cennet ve Cehennemin var olduğuna, Cehennem azabını insanlardan binlerce defa daha fazla olarak müdriktir. Bütün bunlara rağmen münafıklık edip, bütün kullarını yoldan çıkaracağım, diye Allah’a vermiş olduğu sözü yemiyor. Vaadine sadık kalıyor. Elinden geldikçe Rabbü’l-Âlemin’in mahluklarını yoldan çıkarmağa uğraşıyor. Sözünü yerine getirme gayreti içindedir. Hal böyleyken Âlemlerin Rabbi olan Allah nasıl olur da sözünü yerine getirmez. Şeytana, seni ve sana uyanları Cehenneme atacağım, dememiş miydi? Emrime uyan kullarımı Cennetime koyacağım diye vaad buyurmamış mıydı? Şeytan şeytanlığı ile sözünü yerine getirmeye çalışıyorken, hâşâ Rabbü’l-Âlemin nasıl sözünü yerine getirmez? Muhakkak ki sözünü yerine getirecektir. Öyleyse insanın bütün gayesi nefis ve şeytanla mücadele olmalı, onların sözlerinin aksini yapmalı, kendi vücudunun rahatını düşünmemeli, bir tek gayesi olmalıdır: O da kulluk üzere devam. İster şevki, ibadet aşkı olsun veya olmasın, ister hasta ister sıhhatli olsun, ister mukim isterse seyahatta olsun, insanın durumu hep aynı olmalı, elinden geldikçe durumunu bozmamalı, her zaman ve her halükârda nefs ve şeytanla mücadele etmeli, onlara muhalefette bulunmalıdır.

Birazcık olsun Allah’ı (C.C) tanıyan, birazcık olsun Peygamberin’in (S.A.V) şeriati üzerine istikameti olan kişi, şeytanın işini, nasıl aldattığını bilir, ona göre tedbir alır, kendini korur. Aksi halde helâl haram gözetmez ve şeytanın fiilinden kendini koruyamaz. İstikameti olan, Allah rızasında gitmek isteyen kendini şeytandan korur.

Allah dostluğu rahatlıkla olmaz, Allah dostluğuna rahatlıkla kavuşulmaz. Evliyaullah, mürşidi kâmiller, pek çok amel etmişler, Rabbü’l-Âlemin’e çokça tâât ve ibadette bulunmuşlar, vücutlarını çok ağır ibadetlerle yormuş ve eziyet çekmişler, ondan sonra Allah dostu olmuşlardır.

Bir sohbetlerinde Gavs (K.S.A) : “Şeyh Abdülkadir Geylâni yirmibir sene, insanlar içine girmeden, devamlı olarak, çölde, yabanda tâât ve ibadetle meşgul olmuştu” buyurdular. Bu zamanın en meşhur, en makbul evliyası belki onun kadar büyük, belki daha da büyük Şeyh Abdülkadir Geylâni’nin (K.S.A) velâyeti gibi meşhur velâyet sahipleri makamlarını amelsiz ve ibadetsiz elde etmemişlerdir.

Onun için, insan vücud rahatını düşünmeyerek daima Rabbü’l-Âlemin’in emrini gözetmelidir. Vücud rahatını düşünen, dünya rahatını arayan, dünya güzelliği peşinde koşan, kıyamette perişan olur, âhiret rahatı elden gider. Bundan dolayı, insanın dini kendisince çok mühim olmalı, Allah’ın emri her şeyin üstünde bulunmalıdır. İnsanın yanında hiçbir şeyin Allah (C.C)’ın emri kadar ehemmiyetli olmaması gerekir.

Âhiret dünyadan çok daha makbuldür. Âhiret hayatı dünya hayatından çok daha uzundur. Âhiretin keyfi ve zevki dünyanınkinden çok daha hoştur. Şu halde insan tâât ve ibadette bulunmalı, en makbul şeyin Allah sevgisi olduğunu bilmelidir.

Şayet insan dünyayı âhiretten üstün görür ve öyle zannederse âhirette perişan olur. Maalesef bu zamanda görülüyor : Âhireti dünyadan üstün tutan bindebir bile kalmamış. Âhiret hayatına dünyadan fazla kıymet veren bindebir bile yoktur. Şimdi insan dünya işleri için hastalanıyor. Dünya işlerinde bir eksiklik olsa başı ağırıyor, hasta düşüyor ve yataklara giriyor. Çok zorluk çekiyor. Halbuki Âhiret elinden gitse hiç umursamıyor, işte böylece onların dünyaları âhiretlerinden bin kat daha makbul olmuş oluyor. Hal böyle olunca nasıl insanın işi iyi olur, nasıl Allah insandan razı olur. İnsanın yanında en makbul Allah (C.C) rızası, Allah dostluğu ve âhiret olmalıdır. İnsan şayet dünya işinde bir ziyana uğrarsa, bu ziyanın âhiret ziyanı kadar kendine acı gelmemesi lâzımdır. Sahabeler zamanında böyle idi. Eğer birisi cemaatle namaz kılmaya yetişemezse matem tutardı. Evde cenaze varmışcasına üzülürdü. Arkadaşları cemaati kaçırdı diye ona taziyede bulunurlardı. İşte âhiret, Allah rızası onların yanında bu kadar makbuldü, Allah (C.C) muhabbeti, Allah aşkı, Allah sevgisi onların yanlarında bu kadar kıymetliydi. Tabii ki onlar da Allah yanında makbuldürler. Bu zamanda Allah yolunu terk etmeyen ancak bindebir kalmış gerisi Allah yolunu terk etmiş, hiç o yoldan haberi bile olmaz hale gelmiştir. Bunların Allah’a tâât ve ibadetleri kalmamış, ancak bindebir kalmış ki onlarda âhiret işlerinde çok perişan, âhiret işlerinde çok gevşek durumdadırlar. Nazarlarında dünyalarının kıymeti âhiretlerinden bin defa daha fazladır.

Artık insan o kanaate varıyor ki nihayete gelinmiştir, artık kıyamete doğru sondur. Bunu da geçerse artık küfürdür. Bir şey kalmaz.

insanların en şerli olanlarının üzerine kopacaktır)

Bununla beraber sûrun son nefhasına kadar Allah dostları bulunacak, eksik olmayacaktır.

Öyle bir zamanda bulunuyor ki, bu zamana “nefsi” zamanı demek lâzımdır. Nasıl ki kıyamette hesap vakti Allah-u Teâlâ Mîzân’ı kurup Peygamber (A.S.V) tahtında oturduğu zaman, günahkârlardan, Allah’ın emrine muhalefet edenlerden feryad u figân yükselir. Azgın at gibi tepinip melâikenin elinden kurtulmaya çalışırlar. O dehşetli manzarayı ve Cehennem ateşini gören Peygamberler bile yüzlerini arşa çevirip, “Ya Rabbi; nefsi” diye feryad ederler. Kendi ümmetlerinden, çoluk çocuklarından ümidini kesmiş bir halde, “Yarabbi, nefsî, nefsî” diyerek kendi nefislerinin kurtuluşlarını dilerler. Vallahi şimdi de öyle olmuştur, nefsî nefsî zamanıdır. İnsan yalnız kendi nefsini kurtarmaya çalışmalıdır. Artık vaaz nasihat devri değildir. Vaaz ve nasihatla iş yapılır dersek şimdi artık oda mümkün görülmüyor. Hiç tesiri olmuyor. Çünkü dünya muhabbeti, keyif ve safası çok artmış, Şeriate muhalefet, Allah’ın emirlerine muhalefet çoğalmış, helâl ve haram gözetilmez olmuş. İşte bunlardan dolayıdır ki vaaz ve nasihat tesir etmiyor. Artık nefsî, nefsî zamanı olmuş. İnsan nefsini bilsin kâfidir. Ona harb açsın yeter.

Bir kimse Gavs’w (K.S.A) sormuş : “Kurban, bu kadar cezbe ehli, muhabbet ehli, vird ehli vardı şimdi ise hepsi gevşemişler, atâlet içindedirler. Bu nasıl oluyor?” Gavs cevaben şöyle buyurmuş : “Evet artık hidayet kalmamış da ondan. Bizimki de bu zamanda Vallahi bir idaredir. Aldatmaca gibi bir şey. Çünkü hidayeti tâmme şimdi Hazret-i Mehdî’nin elindedir. Hidayeti tâmmeyi ancak o yapacak. Biz şimdi idare ediyoruz. Çoluk, çocuk nasıl aldatılır, eğlendirirse, bizde öyle yapıyoruz. Artık iş Mehdî’ye kalmış. Onun zamanında hidayeti tâmme olabilir. Bu zamanın insanlarında ilerleme olmuyor. Gün be gün, saat, dakika be dakika geriye gidiliyor. İlerleme, terakki hiç yoktur. Devamlı yönleri gerileme ve atalet üzerindedir.

İnsan öyle kanaate varıyor ki artık zamanıdır. Hiç tutulacak taraf kalmamış şimdi. Onun zamanı olmasa hidayet zordur. Ümitler kırılmış. Tek ümit kapısı varsa o da Nakşîbendi Tarikatı’ndadır. Durum çok kritiktir. İnsan o kanaate varıyor ki zamanı çok yaklaşmıştır.

İmam-ı Rabbanî (K.S.A) zamanında kendisine gelip, “Mehdî sensin” demişler. “Hayır ben değilim” buyurmuş, gerçi ben de öyle zannediyordum ama ben yüzün başını, (Asrın başını) geçtim. Mehdî asrın başında gelecek, zuhuru asrın başında olacak ve Nakşîbendi halifesi olacak; tabii bu hadis falan değil, İmam-ı Rabbâni’nin sözüdür. Bugün her ne kadar nefsî nefsî zamanı ise de insan elinden geleni yapmalıdır. İnsan kendisini nefis ve şeytandan kurtarmaya çalıştığı gibi elinden geldiği kadar akrabasını, ailesini, çocuğunu, çevresini ve ümmeti Muhammedi de kurtarmaya onlara yardımcı olup yüzlerini Allah’a döndürmeye çalışmalıdır. Bilhassa kendisini nefis ve şeytanın elinde bırakmamaya çok gayret edip kendini muhafaza etmelidir. Kıyamet günü nefsî nefsî’dir. Orada Allah-u Teâlâ herkesin hayır ve günahına göre muamele eder. Kimsenin hayrını kimseye vermez, herkes günahıyla baş başadır. Nefis ve şeytanla elden geldiği kadar bu dünyada mücadele etmek lâzımdır ki yarın nefsî nefsî zamanı olan kıyamette, müşkül durumda kalınılmasın. Bu mücadelenin sûr üfürülünceye kadar devamı lâzımdır.

Nefis ve şeytanla mücadele etmek insanın elinden gelir, kuvveti yeter onlarla mücadeleye. Her kim benim gücüm, kuvvetim yetmiyor derse, o yalan söylüyordur, o kezzabdır.insan nefis ve şeytana yetebilir. İnsan Allah’ın emirlerine muhalefet etmeyebilir, günah işlemek istemese işlemez. Gayet kolaydır. Eğer ben edemiyorum gücümün üstündedir derse yalan söylemiş olur. Çünkü Allah-u Teâlâ :

bir nefse gücünün yetmediği şeyi teklif etmez. Ancak takatının ve gücünün yeteceği şeyi teklif eder) (Bakara : 286)


Hiçbir nefse kendi vusatından fazla teklifte bulunmam, buyuruyor, yani Allah kimseye yapamayacağı şeyleri emretmez. Öyleyse insan nefs ve şeytanla mücadele edebilir. Gerçi İmam-ı Rabbâni, Şeyh Abdülkadir Geylâni gibi yapamaz ama kendi gücünün nisbetinde yapabilir. İnsan yapmıyor, sonra da yapamıyorum, edemiyorum, diyor. Bu kendi kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. Şeytanın aldatmasıdır. İnsan kendini Allah’ın vermiş olduğu kuvvet ve nusret nisbetinde muhafaza edebilir, şeytana muhalefet edebilir. Allah’a kulluk dünya işinden zor değil, dünya işi kadar yorucu değildir. İnsan yirmidört saatte bir saat yüzünü Allah’a çeviremez mi? Yirmidört saatte beş vakit namaz kılamaz mı? Her farz namaz en çok beş dakika sürer. Yapamaz mı bunu insan? Esasında insan kendi kendine hile yapıyor, yoksa haram yemek istemese yemeyebilir, gıybet etmek istemese terk edebilir. Demek ki hepsi insanın elindedir. Hoş şeytanın tüfeği yoktur ki insana çevirsin de zorla insanı kötülüğe teşvik etsin. Şeytanın yapabileceği tek şey kalbde vesvese meydana getirip kötü işleri telkin etmeye çalışmaktır. Hepsi bu kadar. Bütün kuvveti bundan ibarettir. Başka hiçbir şeyi yoktur. Eğer insan ona yardımcı olmazsa hiçbir zararı dokunamaz. Fakat insanın canı (nefsi) da Allah’ın emrine karşı gelmek istiyor. Vücudunun rahatını onda görüyor. Şeytan da arada sırada yol gösteriyor. Başkaca hiçbir şey yapmıyor, zaten elinde de gelmez.






Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Religion