BİSMİLLAHİRRAHMANİRRA HİM
ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRA HİM
İKİNCİ SOHBET
Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular : “Eğer irşad etmekvaaz ve nisahatla olsaydı, çok güzel vaaz eden, nasihatta bulunan hocaların,mollaların etrafında cemaatlerin bulunması, onları irşad etmesi icapederdi. Halbuki hiç de öyle değil” demek ki, bu iş zahiri değil. Bu iş,yani kulluğa davet vaaz ve nasihatla değildir. Ancak ve ancak sâdâtınmanevi tasarrufu tesir ve irşada sebeptir. Yine Gavs (K.S.A) bir sohbetlerindeşöyle buyurdular : “ Bir şeyhe sormuşlar : (İşiniz nedir, sanatınıznedir, siz neyle meşgul oluyorsunuz?” diye. Demiş ki : (Bizim işimiz çözmekve bağlamaktır.) (Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?) diye sorduklarında şöylecevap vermiş : “Bize gelenlerin kalplerini dünyadan çözer, âhirete bağlarız.”
Gavs-i Hizani Hazretleri’nin huzurunda cezbe ve harareti çok kalabalıkbir cemaat her zaman bulunurdu. Cezbe, hararet ve muhabbetin çokluğundan kimsehuzurunda normal olarak oturamazdı. Halbuki Gavs (K.S.A) fazla sohbet deetmezdi; umumiyetle sükut ederdi. Fakat tasarrufu maneviydi. Manevi tasarruftabulunurdu. Bir seferinde oğlu vaaz ve nasihat etmek için müsaade ister. Müsaadealır ve sohbete, vaaza başlar. Allah’tan bahs eder. Bir iki saat kadar vaazeder. Hiç kimsede ses yok, muhabbet ve cezbe emaresi görülmez. Sohbet biter.Babası Gavs-i Hizani “Haydi, kalkın Kamet getirin” der demez, cemaatin içindebir feryadu figan kopar. Gavs’in oğlu hayretle kalır: “İki saattir sohbetediyorum, hiç kimsede ses yok. Babam (haydi, Kamet getirin) diyor. Bütünmillet cezbeye kapılıyor.”
Bir tarihte Bitlis’ de Gavs’aitirazda bulunmuşlar: “Kim biliyor Gavs olduğunu; delili, alâmeti nedir?diye fikir serdetmişler. Orada hazır bulunan Bitlis müftüsü, “Benbiliyorum onun Gavs olduğunu. Delilim de şudur onun Gavslığına : Ben de âlimim,ilmim var. Bir şehrin müftüsüyüm. Ulu Cami’ye gidiyorum, bir iki saatvaaz ediyorum. Vaazım bitip camiden çıktığım zaman arkamdan bir iki kişibile gelmiyor. Bastonumdan başka bana yoldaşlık eden bulunmuyor. Halbuki ŞeyhAbdülHalim çok az sohbet edip de kalktığı zaman arkasından en az yüz kişide beraber kalkıyor. Bu Gavslık alâmeti değil de ya nedir? biz âlimiz,bizim de ilmimiz var. Gerek halk yanında, gerekse resmi yerlerde sayılır veseviliriz, itibarımız var. Ben vaaz ettiğimde camiden bastonumdan başkabenimle çıkan olmuyor. Ama onun yüzlerce kişi peşindedir. Gavslık içinbundan daha büyük delil olur mu?” diye itiraz edenleri ikna etmiş oldu.
İşte böyle… Eğer zahiri tasarrufta olsaydı, bunca kuvvetlivaizler, âlimler, gayet güzel vaaz ve nasihat ederek, Allah’ı anarak sohbetederken bir çok kimseyi de irşad etmeleri gerekirdi. Halbuki öyle olmuyor.Çünkü irşad işi tamamen manevi tasarruftur.
İnsan tarikata girince bunları daha iyi anlıyor. Huyunun, ahlâkınındeğiştiğini; hiçbir cebir olmadan dünyadan kesilip âhirete bağlandığını,dünyadan soğuduğunu, Allah bahsi sohbetinin her şeyden daha şirin olduğunu,tâât ve ibadetin hoş geldiğini insan hemen hissediyor. Bütün bunlar daancak manevi tasarrufla olur.
Seyda Abdurrahman TâğiHazretleri henüz tarikat almamışken Gavs-i Hizani için; “hakikaten Gavsmidir acaba? Bir ziyaretine gidipde baksam” diyor. Gitmeden de tasavvufkitaplarını karıştırarak Gavslık alâmetlerini okuyor. O sırada Gavs-iHizani (K.S) bir mollasını çağırıyor, “Evlâdım, diyor, var, Norşin’edoğru git, orada Abdurrahman’ı gör, kendisiyle görüşmek istediğimizi söyle,misafirlerim çoktur, onun için benim gitmem mümkün değil, lütfen kendisiburaya kadar zahmet etsin.” Molla derhal kalkıp Abdurrahman-i TâğiHazretleri’nin köyünün yolunu tutuyor. Soruyor soruşturuyor, Hazret’ibulup geliş sebebini anlatıyor. Diyor ki: Beni Gavs gönderdi. Misafirlerininçokluğu ndan kendisi gelemedi. Sizinle görüşmek istiyor, köyüne davetediyor sizi.” Abdurrahman-ı Tâği Hz.”Vi ben de ziyaretine niyet etmiştim.Kal,sabah olsun, beraberce gideriz.” diyerek gelen mollayı o gece misafir ediyor.
Sabah yola beraberce çıkıyorlar. Gelmekte olduklarını Gavs haber alıncamüridleriyle beraber karşılamağa çıkıyor ve köyün dışındaki birtepenin üzerinde beklemeye koyuluyor. Abdurrahman-ı Tâği Hazretleri iseyolda gelirken tasavvuf kitaplarında gördüğü Gavslık alâmetlerinden “Yağmuryağınca Gavslar yağmurdan ıslanmaz” ibaresini düşünerek köye yaklaşmaktadırlar.Mev sim bahar, gökte en ufak bir bulut kümesi bile yok. Nihayet köye vasılolup Gavs Hazretleri ile buluşuyorlar. Hemen orada tepenin üzerinde oturaraksohbete koyuluyorlar. Az bir zaman sonra gök gürleyip, şimşekler çakarak sağanakhalinde yağmur yağmaya başlıyor. Oysa ki havada hiç bulut yoktu az evvel. Sığınılacakbir yer olmadığı için iyice ıslanıyorlar. Tam bu sırada Abdurrahman-ı TâğiHazretleri’nin aklına tasavvuf kitaplarında gördüğü (Gavslar yağmurdanıslanmazlar) ibaresi geliyor. Başını kaldırıp Gavs-i HizaniHazretleri’ne baktığında ne görsün, üzerinde en ufak bir ıslaklık bileyok, sanki hiçbir yağmur yağmıyor. Gördüğü manzara karşısındakendinden geçip bir nara atarak derhal oradan uzaklaşıyor. Gavs-i Hizani’ye,“Kurban, Molla Abdurrahman gitti” denilince, “Bir şey olmaz, sâdâtınhimmetiyle o tekrar gelir” buyuruyor. Hakikaten az bir zaman sonra tekrargeliyor, hem de bir daha geri dönmemek üzere. İşte böyle… Eğer manevitasarruf, manevi kuvvet olmasaydı böyle bir teslimiyet, böyle bir bağlılıkolmasına imkân bulunur muydu?
Hazret-i Norşini (Şeyh Muhammed Diyauddin) bir ara hastalanmış, bir müddetiçin cami’e gidememiş, evden çıkamamıştı. Bir magrip namazında, rabıtadansonra haber gönderip mollaları eve çağırtmış. Bütün mollalar neşe içindeeve koşmuşlar. Öyle ya mürşidlerini uzun müddet görememişler, bir müddettenberi ondan uzak kalmışlar. Huzura varmışlar, Hazret müsaade verince oturmuşlarve beklemişler. Hazretten ise hiç ses yok, zerre kadar kimseye iltifaketmiyor, sakin ve sessiz. Bir saat kadar oturduktan sonra Hazret, “Haydi, sizemüsaade verdim, gidebilirsiniz” diye mollaları gönderiyor. Huzurundan çıkanbazı mollalar üzüntülü üzüntülü konuşuyorlar : Sohbet olacak diye nekadar sevinmiştik. Halbuki Hazret hiç konuşmadı. Nasıl geldiysek öyle de dönüyoruz,diye dertleşiyorlar. Bunları işiten Hazretin hanımı, çocuklarına,“Eyvah, ben Hazretin sâliklerini manevi tasarruf ehli zannederdim.Bilmiyord um ki onlar lâf u güzaf peşindedirler. Ben zannediyorum ki onlarmanevi tasarruf peşinde koşanlardandır. Halbuki onlar lâf peşinde koşuyorlar.Bu durumda Allah’tan uzaktırlar. Hakiki Nakşibendî olmamışlar hâlâ”diyerek ağlıyor.
Çokları vardır ki şeyhlerinin huzurunda otururlar. Fakat şeyh hiçsohbet etmez. Ama lâzım gelen irşadı da sohbetsiz olarak yapar.” Onlarsohbet peşinde değiller.
Sohbet bir eğlencedir. Nasıl çocukları lâfla eğlendirir, lâflakandırırlarsa sohbet de aynen onun gibi bir şeydir. Sohbet Cennetten bahsed****şelendirmek , Cehennemden bahsedip korkutmak içindir. Üç – dört yaşlarındakiçocukları bazen korkutup bazen mükâfatlandırma gibi bir şey. İşte sohbetde sâlikler için böyledir. Bazen neşelendirir, bazen de hüzünlendirir,bazen Cennet bahsi ederek mesrur etmek suretiyle tâ NakşibendîyeTarikati’ ne alıştırıncaya kadar sohbet devam eder. Esasta, hakiki Nakşibendîliktesohbet yoktu, Tarikat-i Nakşîbendi’de bir rükün mesabesinde olan sohbetepek kıymet verilmez. Sultanın pek kıymet verilmez sözleri manevi tasarrufcihetiyledir. İrşadın sohbetle değil, manevi tasarrufla olduğunun işaretidir.Şayet irşad sohbetle olsaydı, binlerce vaiz, hatip ve natıka sahibikimselerin birer mürşid olup irşad makamında oturmaları icap ederdi.Halbuki hiç de öyle değil. Gavs-i Hizanî gibi zatların, çok az sohbetle çokgeniş kitlelere irşad etmeleri irşadın zâhiri olan sohbetle değil, Batınîolan manevi tasarrufla olduğunun işaretidir. Sohbet ise manevi tasarrufa zeminhazırlayan, talipte alıcı gücü kuvvetlendiren bir vasıtadır.
İleride görüleceği gibi sohbet haşa inkâr edilmemekte, bilâkis teşvikve tavsiye edilerek ehemmiyeti belirtilmektedir. Bütün tasarruf işleri,manevi olarak yapılır. Yeter ki talipte huzur olsun, rabıta huzuru bulunsun,lâf u güzaf aşığı olmasın.
Zaten bu zamanın insanlarını sâdâtın himmeti, manevi tasarrufolmadan düzeltmek çok zor. Çünkü fesat çoğalmış, her tarafı zorluksarmış, sâdâtın himmeti, Peygamberin (S.A.V) himmeti olmadan muvaffak olmakmümkün değildir. Eğer bütün bu himmetler olmasa, Nakşîbendiye tasarrufubulunması idi, bu zamanda Allah’ın yolunu tutmak mümkün olmazdı. Çünküinsanda bir kuvvet kalmamış. Eskiden insana musallat olan iki düşman vardısadece; Nefs ve şeytandan başka bütün âlem, insanın dinine, imanına düşmanolmuş, kuvveî maneviye olmasa, Nakşîbendi silsilesi ve onların himmetibulunmasa mücadele edip muvaffak olmam mümkün olmaz. İnsan o güç ve tâkâtikendinde bulamaz.
Peygamberler (A.S) dahi insanın yardımına gelirler, manen yardımcıolup insanı desteklerler. Eğer onların da manevi kuvvet ve destekleriolmasaydı, bu zamanda hiç kimse yakasını kurtaramaz, imanını muhafazaedemez ve onu koruyamazdı.
Bu gerçekleri bilen insanın, Nakşîbendi Tarikatı Pâkistan’da,Hindistan ’da, Yemen’de bile olsa, hiç durmadan oralara kadar koşup tarikatalması icap ederdi. İman hakikatini arayanlar Allah yolunda olmak, Allahdostluğunu kazanmak isteyenler bu zamanda tarikatın menfaatinin ne kadar çokolduğunu gayet iyi bilirler.
Şeyh Ahmed-i Haznevi (K.S.A) buyuruyor diyor ki ; Hazret’i (ŞeyhMuhammed Diyaüddin) ziyarete gitmiştim. Hazret ata binmiş gidiyordu. Beni görünceatının başını kıstı ve yüzünü bana çevirdi. Beni yanına çağırarakşöyle buyurdu : “ Molla Ahmed, insanın şu kadar, zerre-i miskal kadarnefsi olsa o Allah’tan uzaktır” ve hayvanını sürerek yoluna devam etti.
İnsanın evini yıkan en büyük düşmanı nefsidir. Onun için insanınkendisinden haberi olmalı, nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır.
Nakşîbendi yolunun bütün çalışmaları nefsi öldürmek içindir.Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar.
Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed Haznevi) buyuruyor : Norşin’e gitmiştim.On beş – yirmi günden beri Hazretin evindeydim. Malûm, yemeğimiz darıekmeği ve darı çorbasıydı. Birgün Hazret’i ziyarete Muş tarafından birağa gelmişti. Hazret’i ve mollalarını da yemeğe davet ediyordu. Hazretdaveti kabul etti ve icabet edeceğini bildirdi. Benim de keyfim geldi, diyor Şah-ıHazne, düşündüm, nasıl olsa bende ziyafete giderim, güzel yemekler yerim,diye nefsim çok zevklendi. Hemen, çarıklarımı, ıslansın da rahat giyeyimdiye suya bıraktım. Nihayet hazret gitmek için, hazırlığını yaptı, bende diğer mollalarla beraber hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp: “Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle beraber gelsin, yalnız MollaAhmed kalsın, o gelmeyecek” buyurdu. O zaman ben ayrıldım. Hazret’in niçinöyle dediğini anlamadım ve nefsime dönüp dedim ki : Bütün suç senindir.Sen güzel yemekler yerim, diye iştahlandın, güzel yemeklere tamah ettin.İşte bunun için Hazret seni götürmedi.
Yine Şah-ı Hazne anlatıyor : (Bir gün Hazret bana sordu : “MollaAhmed sen yemeklerini nerede yiyorsun?” Dedim : “Sofilerle beraber yiyorum.Kurban”. Tekrar sordu : “Peki nerede yatıyorsun?” “Aşağı divanda yatıyorum,kurban” dedim. Hazret benim bu cevaplarımdan çok hoşlandı, keyfi geldi veferahlandı. Bana “Çok iyi yapıyorsun. Aşağı divan hoştur. Seyda oradasohbet ettiği, çok teveccühlerde bulunduğu için oranın nisbeti çok fazladır.Yukarı divan ise ağaların yeridir. Şeyh Alaâddin, Şeyh Mahmud-i Karaküyigibi zatlar hep orada kalırlar. Yukarı divan ağalar yeri. Aşağı iseSeyda’nın divanıdır. Orada çok hatme, çok sohbet ve çok teveccüh yaptığıiçin nisbeti bol, çok hoş bir yer orası” dedi.)
İnsan nefsini bilmeli, eğer nefsini bilirse halk da ondan istifadeeder.
Seyda-i Molla Ramazan anlatıyor : (Bir seferinde Hazret’in huzurundabulunuyordum . Seyda-i Mezzin de oradaydı ve daha hatırlayamayacağım başkalarıda vardı. Birden Hazret yüzünü bana çevirdi. “Molla Ramazan” dedi.“Buyur, kurban” dedim, “Haydi bana ço ço de bakayım” dedi. Ben utandımemrini yerine getirmedim. Bu sefer Seyda-i Mezzin’e dönüp, “Molla, hâlâMolla Ramazan’da nefs var, henüz nefsini yenememiş” dedi. Bunun üzerineemrini yerine getirmediğimden dolayı çok pişmanlık duydum, çok üzüldüm.Kendi kendime bir daha ne emr ederse yapacağım, diye söz verdim. Ondan sonraemrini gözetlemeğe başladım.
Aradan bir iki hafta geçti. Ben ise bir emri olursa hemen yerinegetireyim diye hep gözetliyorum. Bir ara bana döndü : “Molla Ramazan, banabiraz su getir” dedi. O kadar heyecanlandım ki bana Molla Ramazan kalk oynadediğini zannettim. Hemen kalktım, raks etmeye başladım. Hazret o kadar güldüki… Dedi, şuna bakın hele, ben su istiyorum o ise kalkmış oynuyor. O zamanyaptığım hatayı anladım. Ama böylece nefsim bir defa daha kırılmışoldu.
İnsanda nefs olmaması lâzım. Nefs insanda olduğu müddetçe kendiniyok bilmelidir.
Bir seferinde Kadiri şeylerinden Molla Abdurrahman’ın bir sofisiSeyda’yı ziyarete gelmişti. Seyda sofiye; “Bize biraz Molla Abdurrahman Çoğreçi’ninsohbetinde n söyle” dedi. Sofi ise: “Vi Kurban, aklımda hiç sohbetyok” deyince, Seyda “hiçbir şey de aklına gelmiyor mu?” diye sordu. Sofi biraz düşündü. Evet bir sohbeti hatırladım. Şeyhimderdi ki : “Gübre olunmadıkça su üstünde kalınmaz.” Bu söz Seyda’nınhoşuna çok gitti, çok keyfi geldi. “Vi, çok doğru bir söz, dedi,bundan daha güzel bir şey olmaz. Sözü doğrudur. İnsan nefsini gübreetmedikçe su üstünde kalamaz. Nefis olduğu müddetçe insan bir şey olamaz.Gübre hafif olduğu için suyun üstünde kalıyor, yükseliyor. İnsan nefsinihafif tuttukça yükselir, su üstünde kalır. Yok eğer insan ağır olursasuyun dibine batar. İnsanın nefsi olduğu müddetçe insan ağırdır, suyundibine çöker.”. Seyda : “Bu sohbetten daha güzel bir şey yoktur. Bu çokbüyük bir sohbettir” buyurdu ve kâhyasına dönüp, “Kesende ne kadarparan varsa bu sohbetin karşılığı olarak sofiye ver.” Kâhya baktıkesede beş altın mecidiye vardı. “Kurban beş mecidiye var” dedi. Seyda,hepsini sofiye vermesini emretti. Sofi almak istemedi, her ne kadar feryad üfigan edip ihtiyacı olmadığını beyan ettiyse de, Seyda, hayır alacaksın,senin bu sohbetin çok kıymetlidir. Gavs’ın başı için ne kadar paraolsaydı kesede, tümünü sana verecektim” buyurdu.
Hakikaten insan nefsini gübre olarak mülâhaza etmedikçe su üstündekalamaz. İnsan nefsini gördüğü müddetçe Rabbine kavuşamaz. Ne zamannefsini öldürürse Allah’ına o zaman kavuşur.
İnsanı helâke götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârun gibi ilâhlıkdavasında bulunanlar ve helâke gidenler, hep nefisleri yüzünden bu felâketlereuğradırlar , o hallere düştüler. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlıkdavasına kalkıştı. Çünkü nefis kendinden üstün hiçbir varlığınbulunmasını istemez. Büyüyüp terakki edip elde etmek için hiçbir şeykalmayınca, haşa, Allah’lık davası etmeye başlar. İşte onlar da haddiniaşmış, azgınlaşmış nefislerinin iddiasına uydular. Sanki Firavunkendisinin Allah olmadığını bilmiyor mu idi? Biliyordu tabii, söylediklerininaslı olmadığını çok iyi biliyordu. Fakat maalesef büyüyen ve büyükiddialara kalkışan nefsine kendisi de uyuyordu. Çünkü nefsi, o kadar büyümüştü.Halbuki Firavun evveliyatında fakir bir kimseydi. Bir çobanın oğlu idi,babası çobandı. Kendisi ise bekçiydi. Bir gece inkilap yapıp padişahı öldürerekve bir gecede padişahın sadık adamlarını ortadan kaldırmak suretiyle tahtageçtikten sonra nefsi azgınlaştı, büyüdü ve neticede başına büyük felâketleraçtı.
İnsan biraz düşünsün ki Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısındane kıymeti olabilir. İnsanın değeri, azamet-i Hüda karşısında bir pirekadar bile olamaz. Yaradılışına bir baksın neydi, nasıl meydana geldi,Allah (C.C.) kendini nasıl yarattı?
İşte böyle… İnsan kendi yaradılışını mülâhaza ederse azametiHüda karşısında aczini daha iyi görüp daha iyi anlar. Nefsinin telkinatınakanıp kendini bir şey zannetmez.
Her şeyden evvel insanın kendini tanıması lâzım. Kendini tanımayanAllah’ı da tanımaz. Kişi kendini tanıması için evveliyatını düşünmesilâzımdır. Allah’a karşı durumunu düşünmesi lâzımdır. Görecek kiinsanın, azamet-i Hüda karşısında hiçbir kıymeti yoktur, bir pire kadarbile. İnsan kendi fakirliğini, aczini, biçareliğini görür ve bilirseAllah-u Teâlâ o zaman onu yükseltir, onu âli eder, ona mertebeler ihsaneder. Şayet insan kendini bir şey olmuş zannederse o insan yok sayılır..insan kendini adam olarak görmemeli; nefsine bu payeyi vermemeli, vücudunu venefsini yok bilmelidir.
Her türlü günah, kullara yapılan zulüm ve hakaretin hepsi nefstengeliyor, onun büyüklük taslamasından ve kibrinden geliyor. Ne zaman ki insanfakirliğini, aczini, kendinden aşağı bir mahluk olmadığını (nefsani yönden)idrak etse, insanda kibir ve azamet kalmaz. İşte o zaman Allah’ınemirlerine göre hareket etmeye başlar.
Meselâ, insan bin kişilik bir kabilenin içinde tek başına bulunsa,onlara muhalefet etmeye, onlarla mücadele etmeye gücü yeter mi? Tabii kiyetmez. Onlara karşı biçare, kuvvetsiz ve zavallıdır. Dolayısıyla heremirlerine uymak mecburiyetinde kalır. Öyleyse azamet-i Hüda’ya karşı dainsanın boynu bükük, mahzun olması lâzımdır. Kendinde kuvvet ve kudretinolmadığını bilmesi lâzımdır. Ve ona göre hareket etmesi her emre mutlakauyması gerekir.
Allah dostları, Allah ehilleri, daima fakir ve mahzunlar arasında olmuştur.Sâdâtın nisbetleri fakir, nefissiz ve boynu büküklerin üzerine olmuş.Hulefa hep onlardan olmuştur.
Meselâ, Şah-i Hizne, o kadar fakir, abdal, kendi halinde imiş ki, diğersofilerden hiç fark edilmezmiş, kimse kendini tanımazmış, molla olduğunubile bilmezmiş. Ancak ârifler müstesna. Herkes onun garip bir sofi olarakbilir, değer bile vermezmiş. Hazret de öyleymiş.
Büyüklerin kendi nefisleri için hiç çalışmaları olmazmış.Hazret’in Şeyhi Şeyh Fethullah kışın karda kızağa biner, köylere irşadagiderken Hazret’i çağırarak kendisini çekmesini istemiş. Bu durumaSeyda’nın bazı hülefa ve sâlikleri itiraz etmişler, Hazret, Şeyhinin oğludur,onun için hatırını hoş tutması, onu incitmemesi, ona hürmet etmesi lâzımolduğu halde, nasıl olur da o kızağa binip keyif sürerken Şeyhinin oğluzahmet ve meşakkatla kızağını çekiyor, demişler. Duruma muttali olan ŞeyhFethullah : “Üstadım Seyda, oğlunu bana teslim etti ve ben de böylehareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim etmişse bildiğinizgibi yapmakta serbestsiniz” buyuruyor.
Şeyh Fethullah bilmiyor muydu, Şeyhinin oğluna hürmet etmesi, önündenkalkıp arkası sıra gitmesi lâzımdır? Tabii ki biliyordu. Fakat Şeyhinin oğlukendisine hizmet edip de manevi değer kazansın, diye böyle yapıyordu.Kendisi âdâp ve erkânı terk ederek, ziyanına razı olarak Şeyhinin oğlununistifade etmesini, Allah’a ulaşmasını, menfaat görmesini istiyordu. Ziyanıbana, kârı ona olsun, diyordu. Nitekim öyle de oldu. Hazret’in birkaçsenelik hizmetinden sonra, Şeyh Fethullah, Hazret’i çağırıp, “artıksen yetişmiş bulunuyorsun, buyur, babanın makamına geç ve irşada başla”diyerek irşad makamına oturtuyor.
İşte böyle… Allah yolu hizmetle kazanılır, abdallık ve fakirlikleelde edilir, ağalık, pehlivanlık ve padişahlıkla olmaz.
Gönderen Aytekin AYDIN - Çarşamba, Ağustos 20, 2008