Gönül Yaniyor (ismail Beyhan)

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Ben Dervisim Diyene (Mehmet Emin Güler)

|

Ben Dervisim Diyene (Mehmet Emin Güler)

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Seydanin Dervisleri (ismail Beyhan)

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

gel ey baştacı - sensin ilacım

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Vuslat Ilahi Grubu

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ilahi abdurrahman önül cürmüm ile geldim sana

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

YaHu Video "Zurück zu den Wurzeln" islamic hip hop muslim rap

|

YaHu Video "Zurück zu den Wurzeln" islamic hip hop muslim rap

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Kerem Eyle (ismail Beyhan)

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Meded Ya Nebi (ismail Beyhan)

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Canim Seydam (ismail Beyhan)

|

Canim Seydam (ismail Beyhan)

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Secdem Sanadir (Muhammed ilhan)

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Urfalı ilahi gurubu (Durmaz yanar vücudum)

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Sevdim seni mabuduma

|

Sevdim seni mabuduma


Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Hasan Dursun - Muhammede Gidemedim

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Osmanli Nakshibendi Murids

|

Osmanli Nakshibendi Murids

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Elhamdulillah (ismail Beyhan)

|

Elhamdulillah (ismail Beyhan)


Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Selamimi Saldim (Hasan Dursun)

|

Selamimi Saldim (Hasan Dursun)


Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ilahi abdurrahman önül cürmüm ile geldim sana

|

ilahi abdurrahman önül cürmüm ile geldim sana

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Medine Yoluna Vardim (Ekrem Kaya)

|

Medine Yoluna Vardim (Ekrem Kaya)

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

RAHMAN ALLAH (Celaleddin Ada)

|

RAHMAN ALLAH (Celaleddin Ada)

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Ya Taybe

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Sevdim Seni ilahi

|

Sevdim Seni ilahi

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Rasulun Gülleri (Abdurahman Önül) ilahi

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ilahi abdurrahman önül cürmüm ile geldim sana

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Cennette Muhammed ilhan

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

RAHMAN ALLAH Celaleddin Ada ilahi

|

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

abdurrahman önülden ilahiler dinleyin

|

ilahiler

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

arapca ilahiler dinle

|

nasyid

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ender tekinden ezgiler

|

BeRaNuR

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

mustafa cihat dinleyin

|

Mustafa Cihat

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ney taksimleri dinle

|

Muzik...

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

abdurrahman onul dinle

|

iLAHi

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

dualar dinle

|

cocuk

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

125 adet ilahi dinle

|

iLAHiLER - KASiDELER - NAAT

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

yakma yarabbi dinle

|

BeRaNuR

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

hit ezgiler dinle

|

son ezgiler

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

hit ilahiler

|

iLAHi

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

akhill hayy dinle

|

Seruan Ilahi...

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

enstrumental ilahiler dinle

|

ILAHI-ENSTRUMENTAL

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

sami yusuf abdurrahman önül dinle

|

EdizTV Ilahi

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

şimdi gidiyorsun aykut kuşkaya dinle

|

Simdi Gidiyorsun.mp3 - Aykut Kuskaya

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

güvercinler eşref ziya

|

Guvercinler.MP3 - Esref Ziya

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

üç günlük yalan dünya yusuf meral

|

Uc Gunluk Yalan Dunya.mp3 - Yusuf Meral

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ezgi dinle

|

son ezgiler

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

hasanat muslim music

|

Hasanat

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

farklı ülkelerden farklı ezan okuyuşları

|

~ Prayer Time ~

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

esref ziya terzi ezgileri

|

nurmektebi ezgiler E.Ziya Terzi

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

grup bahar ezgileri dinle

|

nurmektebi ezgiler Grup Bahar

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

grup kardelen ezgileri dinle

|

nurmektebi ezgiler grup kardelen

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ezgi dinle

|

ezgiler

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ezgiler

|

ezgiler

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

EZGİLER

|

Eskimez Ezgiler

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

minik dualar dinle

|

iLahiLer

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

menzil köyü-seydam sultanım dinle

|

ilahiler

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

abdurrahman önül dinle

|

ILAHILER 2008

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

dursun ali erzincanlı dinle

|

ilahiler

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ilahi dinleyiniz

|

İLAHİLER

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

İLAHİ DİNLE

|

İLAHİLER

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ilahiler

|

ILAHILER

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ilahi dinleyiniz

|

ILAHILER

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ (k.s) sohbetleri 9

|


ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ





SEKİZİNCİ SOHBET




İnsanâhlaken güzel olmalı, kimseyi incitmemeli, hiçbir şey ondan taciz olmamalı.İnsan halim olmalı, sabırlı olmalı.




Gavs (K.S.A), sohbetlerinde, insan aynen bir köprü gibi olmalı,buyurdu. Nasıl ki, herkes, iyi, kötü, zalim, fena bütün millet gelir, köprüdengeçer de, o hiç ses çıkarmadan daralmadan hepsinin geçmesine müsaadeederse, insan da işte bu köprü misâli, herkesle iyi geçinmeli, muhatabıister zalim, ister münafık, ister hırsız, isterse fâsık olsun idare edipiyi geçinmelidir.




İnsan her zaman hüzünlü ve Rabbü’l-Âlemin’i tefekküredenlerden olmalı, Allah’ın azametini, büyüklüğünü düşünmeli, dağlara,semalara, insanlara bakarak her şeyden, baktığı her eşyadan Allah’ınazmetini büyüklüğünü, hikmetini anlamaya çalışmalı ki Rabbü’l-Âlemin’inbüyüklüğünü idrak ederek ona göre hareket etsin.




İnsan mahzun olmalı, çok ağlayıp az gülenlerden olmaya çalışmalı,Nitekim Âyet-i Kerimede öyle buyurulmuştur.


(Azgülsünler ve çok ağlasınlar) (Tövbe : 82)




Peygamber (A.S.V) asla kahkaha ile gülmezdi. Sadece tebessüm ederdi.İşte insan da böyle olmalı. Keyf ehli ve dünyaya aşıklardan olmamalı.Keyf ehli olanlarda, dünyaya aşk ve muhabbet besleyenlerde Allah korkusu azolur. Onlar bu dünya hayatı içinde aynen sarhoşa benzerler. Allah azâbınınkorkusu onlarda yoktur.




Allah dostları daima Allah’ın azametini, tefekkür edici, mahzun,hikmet ehli kimselerdir. Allah yolu fakirlikte, abdallıkla, nefsini küçük görmekleelde edilir. Dünya ise bilâkis atılgan olmakla, dilli olmakla, alış-verişçiolmakla, kandırma, hile hud’a bilmekle elde edilir. Allah yolunda ise, tamaksine insan ne kadar fakir olsa, ne kadar halim olsa, ne kadar mahzun, abdal vezavallı olsa o kadar muvaffak olur. Allah’ın yanında kıymeti olup Rabbininsevgisini kazanır. Rabbü’l-Âlemin fakirlerle miskinlerle beraberdir. Rabbü’l-Âleminkendini beğenmiş, zorba, zalim olan bahtsızlardan hoşlanmaz.




İnsan ne kadar fakir, ne kadar abdal, ne kadar nefsini yenmiş ve vücudunuzail etmişse Rabbü’l-Âlemin’in yanında o kadar makbul, o kadar sevgiliolur.




Zaman zaman Allah dostlarını deliye benzetenler olur. Bilmeyenler onlarıgördüklerinde deli sanırlar, çünkü onlar dünya ef’alinden anlamaz, dünyaişleriyle ilgilenmezler. Dünyanın hile ve hud’asından haberleri bulunmaz.Zulüm ve hakaretle işleri yoktur onların. Daima deliler gibi düşünceliolduklarında n bilmeyenler onları deli sanırlar. Dünyaya muhabbetle bağlıolup perestiş edenler onların lâkayt halini, dünya kazanç ve çalışmalarınailgisizl iklerini gördükçe onlara deli gözüyle bakarlar.




Halbuki Allah yolu fakirlik ve tevazuyla kazanılır, suyun yüksek yereakmadığı daima aşağılara doğru çukur yerlere akıp oraları doldurduğugibi, Allah yolu da fakirlik ve yoklukla kazanılır. (Kendini böyle bilmekle.Her şey Allah’ındır.)




Her kim ki nefsini öldürmüş, benliğinden sıyrılmışsa, o Allah’ınyanında makbul olmuş ve Rabbü’l-Âlemin tarafından sevilmiştir.




Nakşîbendi sâdâtı da hep böyleydi, fakir olup nefsini öldürerek (1)vücudunu ortadan kaldırmış olanlar hep sâdâtın nisbetini toplamışlardı.





Şâh-ı Hazne de öyleydi. Hazretin hulefası içinde zâhiren en edna olanı oydu. Halife olduğunu kimse bilmezdi. Hattâ âlim olduğunu bile herkes bilmezdi. Ancak eskiden onu tanıyanlar molla olduğunu bilirlerdi. Fakat halife olduğunu bilen bindebir bile yoktu. Ancak havaslar bilirdi halife olduğunu. Çünkü nefsini zebûn etmiş, benliğinden sıyrılmıştı. Abdaldı, halifelerin yanına gitmez, onların cemaatlarında bulunmazdı. Sâliklerin içine girmez, her zaman sofilerin (2) içinde bulunurdu. Rabbü’l-Âlemin’e karşı bir yokluk haleti içindeydi, nefsini yenmiş, benliğini atmış, fakir hal, hulafanın içinde zahiren en edna olanı olduğu halde ahlâken de en mütekâmil olanı oydu. Onun içindir ki Rabbü’l-Âlemin onu o kadar yükseltmişti; etrafına o kadar adam toplanmıştı ki çevresi aynen haşır gibi, aynen kıyamet gibi olurdu. Rabbü’l-Âlemin onun huyunun ve ahlâkını sevdiği içindir ki onu dost edindi. Onu dünyada da âhirette de âli kıldı.




Gavs’de (K.S.A) öyleydi, aynı yoldaydı, Şâh-ı Hazne’nin hülefasıarasında zahiren en edna olanı Gavs’dı. O da hep sofilerin yanına gider,onların sohbetlerinde oturur, onlarla beraber bulunurdu. Çünkü biliyordu kisofilerin ihlâs ve teslimiyetleri çoktur. Muhabbet ve aşkları fazladır.Halbuki mollaların öyle değil. Mollalar âlim oldukları için, çabuk çabukteslim olmazlar, nefisleri vücud bulduğu için kolay kolay sâdâtın örtüsüaltına girmezler. İlla amel yapıp eziyet görmesi lâzımdır. Sofiler gibimollalarda hemencecik muhabbet ve ihlâs meydana gelmez. Evvelâ takip ederler,Şeriata bağlı olup olmadıklarına bakarlar. Devamlı olarak bir müfettişgibi üstadlarının etrafında dolaşıp teftiş ederler. Ancak zamanla yavaş,yavaş teslim olurlar, fakat teslimiyetleri sağlam olur; öyle kolay kolaybozulmaz. Ama cahilin öyle değil; o körü körüne teslim olduğundan, eltutar tutmaz muhabbet ve ihlâs beslediğinden zamanla gevşer, cahilâne olduğuiçin çabuk terakki ettikleri halde sebat edemezler. Bu işe emek verip zahmetçekmiş değiller mollalar gibi. Nasıl ki insan yerde bir mal görse onun pektasasında olamaz. Ama o malı eza ve cefa çekerek kazanmış ise mal, gözündeçok kıymetli olur, çok tatlı olur. İşte Gavs da (K.S) sofilerinmuhabbetleri nden, istifadelerinden dolayı hep onların yanına giderdi. Derdiki ben sofilerden çok istifade ettim. Sofilerden ettiğim istifadeyi Şâh-ıHazne’den etmedim. Onlarla bulundukça muhabbet, teslimiyet ve aşklarını gördükçebenimki de artırıyor, diyordu.




Şâh-ı Hazne bir gün halifelerinden molla Muhammedi Arisiye sordu :Molla Abdulhakimi nasıl görüyorsun? Emek vermeye değer mi ki emek verelim?Molla Muhammed Şeyh daha iyi bilir ama bana sorarsan gevşektir. Emek vermeyegelmez, derim, dedi. Bu cevaptan Şâh-ı Hazne müteessir oldu, rengi kızardı,canı sıkıldı. Molla İbrahim’e dönerek sen ne diyorsun, diye sordu. Mollaİbrahim, kurban bana sorarsan Molla Abdülhakime ne kadar emek verilirse değer,derim, dedi. Bu cevap Şâh-ı Hazne’nin hoşuna gitti, rengi açıldı, keyfiyerine geldi, neşelendi. Molla Muhammed’e seni çocuklarımın hocası olduğuniçin bağışladım. Onların hatırına verdim. Sen git, onlara kurban ol,dedi.




Gavs, zâhiren Şâh-ı Hazne’nin orada en edna olanı idi. Sâliklerlebulunmaz. Daima sofilerin içine gider, onlara hizmet ederdi. Kimse de ona kıymetvermezdi. Lâkin Şâh-ı Hazne ondaki cevheri bilir, onu iyi tanırdı. Gavs âlimlerleoturmaz, onlarla yemek yemez, sofilerle oturur, onlarla yemek yer, onlarla görüşürdü.Herkes de onu bir sofi olarak bilirdi. Hulefadan




olduğunubilmezlerdi. Yemeklerini hep sofilerindekinden yerdi. Gerçi mollalarlasofilerin yemeği aynı idi ama ayrı ayrı çıkardı.




Şâh-ı Hazne’nin halifesi Molla Salih’in oğlu anlatıyor, diyorki: “Şâh-ı Hazne’yi ziyarete gitmiştim. Evden çıkmasını bekliyordum.Çıkınca gittim, ziyaret ettim ve duâsını rica ettim. Bana uzakta duranGavs’i gösterdi. Git, ona şöyle; hem bana, hem de sana duâ etsin, dedi.İşte Gavs’ın değeri Şâh-ı Hazne’nin yanında böyleydi.




Gavs anlatıyor, diyor ki bir ara Şâh-ı Hazne bana hiç iltifat etmezoldu. Öyle oldu ki iltifatlarına hasret kaldım. Yirmi – otuz gün kaldımorada, benimle ancak bir veya iki sefer konuştu. Ben de çok merak ediyorum. Şeytangelip vesvese vermeye başladı. Bir ara Şâh-ı Hazne sohbet edip dedi ki:“Zâhire itikat eden zâhirden bekleyen maneviyattan alamaz. Maneviyata itikateden zahirden alamaz.” Bu sohbet üzerine vesvesem zail oldu, kalmadı. Dahasonra iltifatlarına mahzar oldum. Hatta bir ara bana Cami’e geldiğin zamanbenden uzak durma, daima arkamda ve yakınımda bulun, dedi. Bir seferinde de çağırıpbenden uzak durma, hep karşımda dur, dedi.Gavs (K.S.A) devamla : “Anladım ki karşısında durup nazarlarını üzerimdetoplamak istiyor. Ben de ondan sonra safta arkasında ve her zaman tam karşısındabulundum” buyuruyor.




Onların nazarları sohbetten daha faydalıdır. Meselâ Gavs-ı Hizanîmanevi tasarruflarını nazarıyla yapardı. Çok az sohbet ederdi. Camisindeüç – beşyüz hatta bin kişi toplandığı olur. Gavs-ı Hizanî (K.S.A)gelir, yarım saat, kırkbeş dakika veya bir saat oturur. Sonra hiç sohbetetmeden namazını kılar, giderdi. Bazı zamanlar camiden çıt diye ses çıkmazdı.Herkes sâkin ve sessiz otururdu. Kimse bilmezdi ki camide adam vardır. Bazızamanlarda bir acaib cezbe ve hareket meydana gelirdi. Hazret de öyleydi. Bazıkereler çok sohbet eder, sohbetleri deniz dalgaları gibi ardı ardına gelirdibazen da öylece sükût ederdi. Namaz kılana kadar sessizce otururdu.




Bu Nakşîbendi Tarikatı bana biçilmez bir tariktir. Kıymet biçilmezbir inci tanesidir. Maalesef insan kıymetini bilmiyor. Eğer âdabına, talimatınagöre, hareket edilirse, ondan göreceği faydayı, istifadeyi, hiçbir şeyde göremez.Bu, insanı Allah’a götüren; en kestirme, en emniyetli yoldur. Gerçi insanıAllah’a ulaştırmak için pek çok, milyonlarca yol vardır. Ama bunlardan enkısa en müstakim olanı Nakşîbendi yoludur. Nasıl insan İstanbul’agitmek isterse, oraya giden binlerce yolun içinde en uygun olanını, enkestirmesini seçiyorsa, Allah’a götüren yolda da öyle davranması lâzımdır.Bu yol da Nakşîbendi’den başkası olamaz. Nakşîbendi olabilmek için,insanın, Tarikatli olması lâzımdır.




Nakşîbendi olduktan çok kısa zaman sonra yüzünü Allah’a döndürmüşolduğunu görür. Öyleleri vardır ki samimi olarak şeyhinin elini tutup tövbeettiği andan itibaren, daha gusül edip âdap ve talimat almadan Allah’ınvelisi olur, evliyalar arasına karışır, bu tarikatın bereketiyle, Onun içininsan Nakşîbendi olmalı. Allah kimseyi Nakşîbendi Tarikatı’ndan tardolmadurumuna


ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ


DOKUZUNCU SOHBET



İnsan için en büyük tehlike ömrünün sonundadır. Ömrününevveliyatı pek mühim değil. Mühim olan ömrünün nihayeti, sekarat zamanıdır.Her kim ömrünün nihayetinde imanını kurtarırsa artık o ebedül ebedrahata kavuşmuş, kurtulmuştur. Şayet ömrünün sonunda hüsn-ü hatimenasip olmazsa, imanını kurtaramazsa, neuzibillah, isterse evveliyatı Gavs,isterse Kutup olsun, ne faydası olur kendine? Eğer ömrünün sonunda imannasip olmaz, Allah muhafaza buyursun küfürle giderse evveliyatında Gavs olması,evveliyatında kutbu’l-aktab olması ne işe yarar?



Onun için insan ömrünün sonunu iyi getirme çareleri aramalı,kendini günahlardan muhafaza etmeli, amellerinden geri kalmamalı her zaman tââtve ibadette olmalı, Şeyhine bağlı olmalı, tesbihini devamlı çekmeli ki hüsn-ühatimeye kavuşsun. Nitekim Rabbü’l-Âlemin de âyet-i kerimesinde :

“İyi akibet (sonuç) Allah’tankorkanlarınd ır.” (Kasas : 87) buyuruyor.

Tâât ve ibadetini eksiltmeyerek artıran, ömrü uzadıkça tâât veibadetlerini ziyadeleştiren kimse muttakîlerden yazılır. Ancak muttakilerdenyazıldık tan sonra yukardaki âyette zikredilen hüsn-ü hatimeye, iyi akıbetekavuşabilir. Hiçbir iş tembellikle olmaz. İster dünya işi, isterse âhiretişi olsun. Ciddi ve samimi olması lâzımdır ki muvaffakiyet olabilsin. Meselâdünya işinde insan bir saat çalışır, bir saat çalışmazsa, bir gün çalışır,bir gün çalışmazsa, haliyle işler aksar ve muvaffak olamaz. Âhiret işide, aynen böyledir. Her kim işi tembelliğe dökerse, muhabbeti kesilir, Allahyoluna sevgisi azalır, gafleti artar, günah işlemek Allah’ın emirlerinekarşı gelmek ona kolay gelir. Tereddi ede ede nihayet günün birinde Allahyolundu terk eder. İnsan, ciddi davranır, fırsatları, zamanını değerlendirirseo zaman muhabbeti artar, aşkı çoğalır. Artık şeytan da onu aldatamaz.



Çok zor, çok zahmetli, bir dünya işini, samimi ve ciddi çalışıp,bütün gayretiyle uğraşan kişi nasıl başarabilirse, âhirete de gönüldenbağlı, hakiki olarak sarılan kişi mutlaka başarılı olur.



Ulemanın en meşhur ve büyüklerinden olan İbn-i Hacer, ilme, tahsileilk başladığı sıralar okuduklarından pek bir şey anlamazmış. Bir günsu kenarında dolaşırken suyun gelip mağara şeklinde getirdiği bir kaya parçasıylakarşılaşıyo r. Gördüğü manzara karşısında ibret gözlüğünü takaraktefekküre dalıyor. Diyor ki, bu kadar yumuşak olan su, bu koskocaman kayayıancak azim ve sebatiyle delebilir. Demek ki azmin elinden bir şey kurtulmaz.Derhal o taştan ilhamını alarak ilmi hürmet görmeye devam eden, bir âlimoluyor. İlhamını aldığı taştan dolayı kendisine taş oğlu manasınagelen İbn-i Hacer deniliyor. Demek ki kendini ilkin ciddi olarak ilmevermiyordu. Ne zaman ki yumuşak suyun çok sert olan kayayı deldiğini görüncegafletten sıyrıldı, samimi olarak sa’ye sarıldı ve nihayet ilmi zamanımızakadar gelen bir âlim oldu.



İşte Allah yolu böyledir. Her kim tembellik eder, ciddi çalışmazsa,o hakiki müttaki, hakiki iman sahibi olamaz, imanı kâmil olamaz. İmanındanoksanlık meydana gelir.



Her kim ki ciddi ve hakiki olarak davranırsa, o zaman o kimsenin imanıkemale erer. İmanı erdikten sonra şeytan da kolay kolay imanına zararveremez.



Kim ki Müslümanlığında samimi, tâât ve ibadeti daha çoksa, oAllah’ın yanında daha makbuldür. Bu dünyada bulunmak, Allah yoluna girmek,rızasını tahsil etmek için büyük bir fırsattır… İnsan ölüpgittikten sonra o çok büyük fırsatı kaçırmış olur. Artık amel yapmayakazanç temin etmeye gücü yetmez.



Bütün kazançlar , Allah rızasında, salih amellerde toplanır.







ABDÜLHAKİM HÜSEYNİ

ONUNCU SOHBET


Rabbü’l-Âlemîn mahzun kalblerdedir. O, mahzun kalb sahibi kimselerisever. Çünkü mahzun kalbler daima Allah’a bağlıdır. Mahzun kalbler heran için Rabbine karşı tazarruda ve yalvarıştadır. Onlar daima Allah’laolurlar.


Keyf ve sefayla ferah dolu olan kalbler dünya kalbleridir. Dünyaya bağlı,dünyayla dolu olan kalblerden Rabbü’l-Âlemîn uzaktır. Bu tip kalbleregirmez. Rabbü’l-Âlemîn. Çünkü, o kimsenin keyfi zevki, safası dünyailedir. Allah’tan hiç haberi olmazsa Rabbü’l-Âlemîn de ona iltifatıolmaz. Nasıl insan Allah’ı terk ederse Allah da onu terk eder.


İnsanın kalbi hep mahzun olmalı. Rabbine yalvarış, rica ve tazarru içindebulunmamalı. Kişi ne kadar mahzun, ne kadar nefsinden ve benliğinden uzaklaşmışsaAllah’ın yanında o kadar makbul ve âlidir. Zalim olan, zulüm eden kişinin,zevk ve sefa peşinde olan kişinin haliyle Allah’tan haberi olmaz.


İnsanın kalbi daima Allah’a bağlı olmalı, daima Allah insanın aklından,fikrinden çıkmamalı. Şayet böyle olmazsa yazıktır.


İnsan fakir olmalıdır. Rabbü’l-Âlemîn hep fakirlerledir. O,fakirleri sever, fakirlikten kasıt nefis ve benlikten fakirliktir. Dünya malındandolayı fakirlik değil. Keyf ve sefa heli olmamaktır. Süleyman Peygamber(A.S.) Rabbü’l-Âlemîn’den dünya malı ve mülkü istemişti. Duası müstecabolmuş Rabbü’l-Âlemîn ona çok dünya malı ve saltanatı vermişti. Dünyamalı ve mülkü sebebiyle, Süleyman Peygamber cennete diğer Peygamberlerden kırksene sona ericektir.(1)


İnsan nefs ve benliğini yok etmesi lâzımdır. İnsanın kendini görmemesilâzımdır. Her kim kendini, benliğini görürse o Rabbü’l-Âlemîn’denuazaktadır. O Rabbinin göremez, bulamaz.


İnsan kendini aşağı görmemelidir. Bütün mahlûkatı kendisinden üstüngörüp, kendini hepsinden aşağı mulâhaza etmelidir. Şâh-ı Hazne, Gavs,ayazdığı mektuplardan birinde: ****İnsan, nefsini kâfirden bile aşağıgörmemelidr.**** demişti. İnsanın kendini her şeyden aşağı görmesilâzımdır. Çünkü hiç kimse son anda iman nasip olup olmayacağınıbilemez. Bakarsın son anda küfürle gider. Diğer taraftan bir kâfire de sonanda iman nasib olur. Rabbü’l-Âlemîn onun bütün günahlarını affeder.Ehlullah olarak Rabbine ulaşır. İşte böyle, insan kendini görmemeli. Hiçbirşey olmadığını bilmemeli.


Nefsini gören kendinde büyüklük hisseden kimseyi Rabbü’l-Âlemînsevmez. Şeytanın helâk sebebi, küfre gitmesinin sebebi, nefsinin görmesi değilmiydi? Halbuki çok amel etmiş, mukarreb meleklerdendi. Şeytan Dergâhı İlahîyeyakın, meleklerin büyüğünden idi. Kendisinde nefsin meydana gelmesi küfrinesebeb olmuştu. İnsana en büyük zararı veren nefstir. Onun kadar zarar verenbaşka bir şey daha yoktur. Onun için insan nefissiz olmalı, kendini yokluktagörmeli. Nefsi alemde <


Nefsin sebeb olduğu zararların en çoğu Rabbü’l-Âlemîn’in insanvücuduna halk ettiği letâifler üzerindedir. Nefs onları zamanla tebdilederek yaradılış gayesinden uzaklaştırır. Dünyaya, dünya işerine yöneltir.Onun içindir ki nefs olduğu müddetçe insan bir şey olamaz. Binaenaleyhdaima insanın ayağı nefsin göğsünde bulunmalıdır ki baş kaldırmaya gücüyetmesin; ancak insan kendini aşağı ve noksan gördükten sonra nefis ölür.Hayat hakkı kalmaz.


Sâdâtı Nakşibendi’nin nisbetleri, nefis olmayan, kendini yoklukta gören,ihlâs ve teslimiyet sahibi kimselerin üzerine saçılmıştır. Mürşid-i Kâmilhep onlar arasından seçilmiştir. Hazret de onlardandı.


Hazret, Sayda’nın yanından amel ederken, ameli nihayetlere gelmişkenSeyda hastalandı. Artık son demleriydi. Hazret de çok üzülüyor, çok ağlıyordu.Sordu: Diyâûddin, dedi, (Hazret’e öyle hitap ederdi. Mlaûm lakabı ŞeyhMuhammed DİYAÛDDİN’dir.) neden böyle yaş akıtarak ağlıyorsun. Hazretedeple, < dünyasını değiştirirkenevlâdı babasının malındanistifade edemezse, mirasına varis olamazsa, ondan daha acı bir şey olurmu?**** cevabını verince, Seyda: <


İşte Şeyh Fethullah’ın Hazret’e yaptırdığı, hatta Seyda’nın diğer hulefâsı tarafından itirazla karşılananbunca ağır hizmetler onun nefsinin öldürülmesi içindi. Malum nefs ölmeden insanda bir şey meydana gelmez.


Gavs-i Hiazni’nin hulefası arasında da nefsi en noksan olan Seydaidi. Tahsili sadece Câmi’e kadar olduğu hulefanın en gözdesi idi. HalbukiŞeyh Halid-i Öleki ondan çok daha âlimdi. Zamanının en büyük âlimiydi.Gavs bile ona Seyda diye hitap ederdi. Kendisine İlmin şeriatta İbn-iHacer kadar vardır, Meczubî de ona yakın bir âlimdi. Halbuki ****Şerminî’ye kadar okuyan Seyda, hulefanın enfakiri olması sebebiyle Gavs’ın bütün nisberi onun üzerinde toplanırdı.


Şâh-ı Hazneye de Hazret’in yanında aynı durumlardaydı. Hulefanınen ednası Şah-ı Hazne idi. Gavs da aynı yolu takip etmişti. O da zahirenhulefanın en ednası idi.


Şâh-ı Hazne’yi ziyarete giden Gavs bir seferinde ta Gerçuş’akadar gittiği halde hududun kapalı ve tehlikeli olması sebebiyle geri dönmüştür. Bir müddet sonra tekrar ziyaret kasdiyle yanında bir sofî olduğu halde yola çıkıyor. Hudud köylerindenbirine uğruyor, orada Seyyid Ahmed isimli Şâh-ı Hazne’nin bir etbâını rehber olarak almak istiyor. Seyyid Ahmed’inevine gidiyor. Evde bulamayınca oturup, gelmesini bekliyor. Akşam oluyor,Seyyid Ahmed çiftten dönünce misafirleri olduğunu görüyor. Onlara ikramdabulunduktan, akşam yemeği firleri olduğunu görüyor. Onlara ikramdabulunduktan, akşam yemeği arz ettikten sonra misafirlikten sebebi soruyor.Gavs diyor ki < önüne bağladım. Sabahyemeklerini hazırlayarak yanlarına gittiğimde Gavs haydi, ne oldu? Neye kararverdin, bizi götürecek misin? Diye hemen sordu. Ben tabii gideceğiz, yemeğiniziyiyin. Hayvanlar dışarıda sizi bekliyor deyince. Çok sevindi, Şâh-ı HazneGavsi görünce çok sevinerek, keyfi gelecek, diye içim içime sığmıyordu.Nihayet hududu geçtik bir müddet daha gittik, o kaldı ve geriye döndü,nihayet on-onbeş dakika kadar yürüdü. Ben de bunlar serhat halkıdır. Hevaehlidirler. Her halde taharet akacak da ondan uzaklaşıyor, diye düşünüyordum.Fakat aradan uzun bir zaman geçtiği halde gelmeyince merakladındım. Arkasısıra gittim. Baktım ki oturmuş, kendini yere atmış ağlıyordu. HayrolaMolla Abdülhakim? Ne olmuş, niçin ağlıyorsun? Dedim. Ben gelmiyorum köye,dedi. Ben necis, kötü, pis kimseyim. Şâh-ı Hazne’nin yanına gelmeye,camisine girmeye lâyık değilim, diye yakınıyordu. Ben bırak bunları,haydi gidelim, diye ısrar ettikçeo gelmemekte direniyordu. Baktım ki hoşlukla olmayacak. Kolundan tuttum, elimeağacımı aldım. Vi gelmezsen seni döve döve götürürüm. Beni işimdengücümden ettim, şimdi de gelmiyorum, diyorsun, dedim. O zaman güçlükuvvetliydim. Beş kişiyle boy ölçüşeyecek durumdaydım. Onu zorla kaldırdım,yola devam ettik. Bu ara benim de ona muhabbetim daha da fazlalaştı. NihayetŞâh-ı Hazne’nin vardır. Önce ben gittim ziyaret ettim, Şâh-ıHazne’ye, ****< Bu pisleri niye getirdin? Kim sana getir dedi?**** diye beni payladı.Derhal muhabbetim zail oldu onlara karşı. Ben takdir bekliyorken tekdiredildim, diye nefsim kırıldı. Bende sonra Gavs ve sofi de gidip ziyeretettiler. Daha sonra namaz kıldık. Namazdan sonra Şâh-ı Hazne eve gitti. Bir müddet sonra beni çağırdılar.Gel, Şâh-ı Hazne çağırıyor, dediler. Gittim huzuruna, bana: <


O zaman ben, Beni ilkin niçin azarladığını anladım. Çünkü onlarıgetirdikten nefsim gurur duymuştu. Nefsimi kırmak için o sözleri söylemişti.


Şâh-ı Hazne bir gün < Şâh-ı Hazne geldi. Beni sofilerler beraber çalışır görünce,< devam edilir, hem de içine, asla nefis ve benlik karışmadan.Çalışmada iki menfaat vardır. Birincisi nefis alçalır, rezil olur ve kırılır.İkincisi ise yapılan iş devam eder. Ama diğer ameller öyle değildir,menfaati kesilir.


Gavs (K.S.A.) hizmet olduğu müddetçe, bir farz namazların dışındakinamazları terk ederdik. Hizmet olduğu müddetçe başka amel yapmazdık. Hattâvirdimizi bile terk ederdik, yapacak işimiz olduğu müddetçe. Ancak yapacakhizmet bulunmadığı zamanlar vazifelerimizi yapar, virdimizi çekerdik,buyurdu.


Mevlânâ Halid de uzun hizmetlerde bulunmuş, ondört sene devamlıhizmet etmiştir. Yedi sene tekkenin suyunu taşımış, yedi sene detuvaletleri temizlemiştir.


Bu Nakşibendî sâdâtının hepsi menfaat elde etsinler, diye hizmet görmişlerdir.Çünkü onlar hizmette ne büyük menfaatler olduğunu nefsin zebûn ve rezilolması için hizmetin ne kadar faydalı bulunduğunu biliyorlardı.


Şâh-ı Hazne’ninoğlu Şeyh Mâsum: Eğer münkirler olmasaydı, sâliklere amel olarakhizmetten başka bir şey vermezdim, diyor.


İmam-ı Rabbânî (K.S.A.) Hazretlerinin bir sâkisi vardı ki, onyedi-onsekizsene gibi uzun müddet tekkenin suyunu taşıyarak hizmette bulunmuştu. Bir gün,************ mutlaka sen gideceksin,**** diyorlar abidler. Çaresiz kalıyor. Mağarayagirmeden susuyor. Diyor ki bari söyleyin. Siz nasıl dua ediyorsanız ben de oduayı edeyim. Abidler, peki, diyorlar. Bunusana öğreteceğiz. Biz mağaraya girince iki rekat namaz kılıp boynumuzu bükerekellerimizi açıyoruz ve diyoruz ki: < İmam-ıRabbânî’nin sâkisinin hürmetine bize yiyecek bir şeyler ihsan et.****Gözümüzü açtığımız zaman bakıyoruz ki soframız gelmiş hazırdır. **** Sofî artık gidiyor mağraya. İkirekat sünnet kıldıktan sonra boynunu bükerek aynı duayı yapıyor. Gözünüaçtıktan sonra bakıyor ki sofra yanında hazır duruyor. Hemen alıp ağabeydlerinyanına dönünce onlar,****İşte bak, sen de yemek getirdin. Hem debizimkinden daha nefis olarak.**** Sofî sessizce yemeğini yedikten sonravedalaşarak abidlerden ayrılıyor. Derhal yolunu değiştirerek geriye köye dönüyor.İmam-ı Rabbânî’nin yanına varıp el bağlıyor. İmam-ı Rabbânî gülümseyerek,<


Şâh-ı Nakşibend zamanında da böyleydi. Devamlı iş çıkarırdı.Senden bir kere evini yıktırıp sonra tekrar yaptırırdı. Onlar hizmettenmerhum olmasın, diye devamlı hizmet çıkarırdı.






Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ (k.s) sohbetleri 3

|

ABDÜLHAKİM HÜSEYNİ



BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM



ÜÇÜNCÜ SOHBET




Geçmiş zamanda fakir, dünya malı olarak bir şeye malik olmayan birpapaz vardı. (Bu şeyhler ne yapıyorlar? Halkı kandırıp zengin oluyorlar.Ben de kimsenin tanımayacağı uzak bir memlekete gideyim. Kendimi şeyh olaraktanıtayım. Böylece zengin olurum) diye düşünüyor. Hemen tasavvuf kitaplarınıtemin ediyor. Tarikat adablarını okuyor. Nasıl hatme yapılır, nasıl teveccühyapılır, hepsini öğreniyor. Adab ve talimatları ezberliyor. Ve kalkıpkendinin tanınmayacağı bir memlekete gidip kendini şeyh olarak tanıtaraktarikat vermeye başlıyor. Hatme, teveccuh, tâlim ve adab derken etrafına çokkalabalık birikiyor.




Kendisine muhabbet ve bağlılığı çok fazla olan bir dükkan sahibi tüccarvarmış. Papaz da onun sık sık ziyaretine gidermiş. Bu tüccar verilenvazifeleri yapıyor, samimi olarak çalışıyor ve nihayet keşfi açılıyor.Bir gün virdini çekmiş, rabıtadayken, hele bir bakayım şeyhimin Allah yanındamertebesi ne kadar yücedir, diye Levhi Mahfuza nazar ediyor bir de ne görsün?Bunca zaman hizmet ettiği şeyhi orada Müslüman değil, keşiş olarak yazılır.Derhal şeyhine karşı kalbi soğuyor. Muhabbeti kesiliyor. Hergün kendisine uğrayanhürmet ve saygı gösteren şeyhi o günden sonraki ziyaretlerinde bakar ki tüccarhiç hürmet göstermiyor, adabı falan terk etmiş. Dayanamaz : “Banı karşısoğuk davranıyorsun, muhabbetin kalmamış, bunun sebebi nedir?” diye ısrareder. Tüccar evvelâ söylemek istemez, fakat ısrar karşısında hakikati söyler: “Benim dinimde kâfire hürmet yoktur. Allah’ın inayetiyle keşfim,kerametim açıldı, Levhi Mahfuza şeyhimin makamına bakayım, dedim. Baktım,seni orada papaz olarak gördüm. Kâfire hürmet caiz olmadığı için sanahizmet etmiyorum.” Papaz donup kalıyor.




“Burada benim papaz olduğumu bilen hiç kimse yok. Bunu bildiğine göresenin keşfin haktır. Müslümanlık da hak dindir” diyerek Kelime-i Şehadetgetirip Müslüman oluyor. “Ben zannediyordum ki şeyhler bu dünya malı içinşeyhlik yapıyorlar, milleti kandırıyorlar. Onun için ben de şeyhlik yaparım,diye düşündüm. Tarikat adabını öğrenip kendime şeyhlik tasarlamakla buişin olacağını zannediyordum. Halbuki bu işte hakikat vardır ve İslâmiyethak dindir. Tarikat-ı Nakşîbendiye de hak ve müstakim bir yoldur” deyip İslmiyetikabul ediyor.




Nakşîbendi Tarikatı hakiki bir tarikattır. Bundan istifade edipgayeye ulaşmak da ancak tarikata uymayan şeylerden kaçınmak, tarikatınyolundan gitmek ve Allah’a ulaşmayı hedef edinmekle mümkündür. Bu daancak manevi kuvvetle, sâdâtın himmeti, ve nazarlarıyla olur. Amelininkuvvetiyle hedefe kimse ulaşamaz. Daha henüz tarikata girmeden bile insanda değişmelerolmaya başlar. Allah muhabbeti hasıl olur. Rabbü’l-Âlemin Hazretleri’ninsevgisi kalplere dolmaya başlar. Kalpler dünyadan koparak, Allah’a, Allahyoluna yönelir. Fakat ne zaman ki tarikata girilirse bu haller o zaman daha dapekişir, kuvvetlenir. Bütün bu değişmeler sohbet kuvvetiyle, zahirikuvvetle değil, ancak ve ancak manevi kuvvetle, sâdâtın himmeti ve NakşîbendiTarikatı’nın bereketiyle meydana gelir.




İnsan hakiki olarak tarikata girdikten, hakiki olarak tövbe edip pişmanolduktan sonra, derhal dünya muhabbetinin kesildiğini, eski tamah, buğz ve düşmanlıkhallerinin kalmadığını, eski fiil ve hareketlerinin terk edildiğini görür,anlar. Bütün arkadaşlarının değiştiğini fark eder. Tövbe edip tarikatagiren o kimsenin huyu değişir; halim olur, sabır ehli olur, kendisindenhakiki muhabbet zuhuru gelir. Allah’a kulluk, tâât tatlı olmaya başlar.İşte bütün bu değişmeler ancak manevi kuvvetle olabilir, zahiri kuvvetledeğil. Çok güzel vaaz ve nasihat edip sohbette bulunan çok kimseler vardırki, topluluklara hitap ederler. Herkes onları dinler. Fakat hiçbir te’siricra edemezler. Cemaat dağıldıktan sonra sanki hiç o vaaz ve nasihatıdinlememişler gibi cemaatle değişme olmaz. Eğer zahiri kuvvetle irşad işiolsaydı, cemaatin çok değişmesi icap ederdi. İşte bunlar gösteriyor ki,Nakşîbendi’lerdeki değişmeler, düzelmeler bir manevi tasarrufunneticesidir. Zahiri tasarrufla değildir.




Gavs (K.S.A) buyurdu. Gavs-i Hizanî’den bahs ederek, “Onunsohbetleri yok denecek kadar azdı, çok ender sohbet ederdi. Fakat manevitasarrufun çokluğundan cemaatinin hemen hepsi Allah aşkı, cezbe ve muhabbetiçinde bulunurlardı. Zahiri tasarrufla olsaydı bunların olmaması icapederdi. Demek ki manevi tasarrufla olmaktadır.




İnsanın Allah’a, bu Nakşîbendi Tarikatı’nı nasip ettiği için,insanı vasıta kıldığı için çok hamd ve şükür etmesi lâzım gelir. İnsangerçekleri ancak bu Tarikata girdikten sonra görebiliyor. Nakşîbendi Tarikatı’ndaolanlar, özellikle tarikatta olmayanlara baktığı zaman, onların bu helâldir,şu helâl değil, diye tefrik etmeden önlerine ne gelirse, hoşlarına negiderse, almakta ve yapmakta olduklarını görüp şeriat ve tarikattan, onlarınemirlerinden haberlerinin hiç olmadığını müşahede ediyor. Fakat insantarikata girdikten sonra bunlardan uzaklaştığını görüp hissettiği içinAllah’a çok şükür ve hamd etmesi lâzımdır. Çünkü Cenab-ı Hak butarikatı âliyi kendisine nasip edip kurtuluşuna sebep kılmıştır.




İnsanın tarikatın kıymetini bilip verilen vazifelere devam etmesi,atalet göstermemesi lâzımdır ki Allah-u Teâla vermiş olduğu nimetlerigeri almasın. Rabbü’l-Âlemin verdiği nimetin kıymetini bilmeyenlerinelinden alır. Nasıl ki Allah-u Teâla bir yerden insana rızkını verdi mi,ona riayet edip o işe sarılması lâzımdır ki işini kaybetmesin, Rabbü’l-Âleminonun rızkını kesmesin. İşte Allah yolu da aynen böyledir. İnsan biryerden bir menfaat görürse ona devam etmesi lâzımdır ki Allah-u Teâlaelinden almasın. Buna göre kişi Müslümanlığını ziyadeleştirmesi, günahlardankendini daha çok muhafaza etmesi, Allah emrine karşı gelmekten kendini dahakoruması, Allah’ın vermiş olduğu nimetleri unutmaması, amellerinde gevşeklikyapmayıp bilâkis onu günden güne ziyadeleştirmesi icap eder.




Muhabbetin artması için ne lâzımsa onu yapmak, tembellik etmemekgerekir. İnsanın Müslüman kardeşlerini kaybetmemesi ve Allah bahsi, sâdâtınsohbeti yapıldığı yerlerde dolaşması lâzımdır.




Bir gün Gavs (K.S.A) sohbetinde buyurdu : “Bir yerde bir cemaat oldumu hemen melâike oraya gelir, bakarlar. Şayet Allah bahsi yapılıyorsa onlardualarda bulunurlar. Yok eğer Allah bahsi yapılmıyorsa o cemaatten nefretederek, (Eğer siz Allah’a kul olsaydınız, O’nun bahsini yapardınız. Eğersiz Allah aşığı olsaydınız maşukunuzu anardınız) der ve oradan uzaklaşırlar.”




Bu gerçeklerin ışığında artık insanın Allah (C.C) bahsi yapılanyerlere gitmesi, Allah’ın anılmadığı yerlerden de uzaklaşması lâzımdırki meleklerin nefreti üzerlerinde olmasın. İnsanın, Allah’ın rahmetindenve meleklerin duasından istifade etmesi için Allah’ın anıldığı yerleridolaşması, onlara devam etmesi lâzımdır.




Bir seferinde Gavs (K.S.A) sohbetlerinde buyurdular ki : Hazret sohbet aşığıydı.Her zaman sohbet ederdi. Sohbet edecek kimseyi bulamayınca beş – altı yaşlarındakiçocukları toplar, dizlerinin üzerine oturtarak onlara Allah’ın sâdâtınsohbetini yapardı. Hanımı kendisinden bir seferinde sormuş. “Kurban demiş,insan senin için taaccüp ediyor. Üç yaşındaki altı yaşındaki çocuk busohbetlerden ne anlıyor ki onları etrafına topluyorsun.” Hazret, cevaben :“Ben de biliyorum bir şey anlamazlar ama benim gayem sohbet edip nâzil olanAllah’ın rahmetinden, bereketinden ve sâdâtın himmetinden istifadeetmektir. Zaten, sohbetteki gaye sohbet sırasındaki Allah ve sâdât anıldığızaman nâzil olan İlâhi rahmetten, İlâhi bereketten, sâdâtın himmet venazarlarından istifade etmektir. Menfaat sohbetin kendisinde değildir” dedi.




Bu Nakşîbendi yolunda olanların tamamı Maksud-i Bizzat içindir.Peygamber (A.S.V) şeriatı içindir. Nakşîbendi Tarikatı’nda ve diğertarikatlarda tek gaye, Allah ve Resûl’ünün sözünden çıkmamak,Peygamber’in (S.A.V) şeriatine tam ittiba ederek Allah’ın rızasınıkazanmaktır. Şu husus bilinmelidir ki, maksud tarikat değil, maksud Allah’ın Zatı, Allah’ın dostluğudur. Bütün düşünce Allah ve Resûl’ününemirlerine uyarak maksudunu Allah’ın Zatı yapmaktır. Bu da ancak Allah’ınemirlerine uymakla olur. Allah’ın emirlerinden asla çıkmamaya gayretedilmelidir. Çünkü tek gaye, maksud odur.




Bunların elde etmenin tek yolu kendini çok muhafaza ederek Allah’ınemrine muhalefette bulunmamak, kendinden günah sudur etmemesine dikkatetmektir. İnsanın Allah yolundan, hakikat yolundan çıkmaması lâzımdır.İşte bunlara titizlikle riayet edilirse Allah rızası o zaman meydana gelir.Rabbü’l-Âlemin o zaman insandan razı olur. Allah rızası elde edilinceinsanın bütün işleri hallolmuş olur.




Bütün gayeler, tarikat ve diğer çalışmalardaki bütün gayeler yalnızve yalnız Allah rızası içindir. Maksudi Bizzat içindir. Maksud Allah’ın(C.C) Zatı ve talep onun rızasıdır.




Allah rızası, ancak emirlerine tam itaat etmekle, muhalefet etmemekle,nasıl emretmişse harfiyen tatbik etmekle kazanılır. Ve o kazanıldıktansonra insanda hiçbir noksanlık kalmaz. Nasıl kalır ki Allah (C.C) ona dost,o da Allah’a (C.C) dost olmuş olur.




Şu bilinmelidir ki Allah-u Teâlâ’nın insanın ibadetine, tââtınaasla ihtiyacı yoktur Hâşâ) Rabbü’l-Âlemin onlarla ne büyük, ne de küçükolur. Yapılan bütün amellerde tek maksud Allah’ın rızasıdır. Allah’ınrızası da emirlerine mutlak bir itaat ve sözlerinden dışarıya çıkmamaklaolur. Namazdaki, tââtteki ibadetteki, maksud, gaye, menfaat Allah rızasınıkazanmak içindir. Bunlar Allah rızası ve Allah dostluğu içindir.




Allah’ın emirlerine muhalefetten azamir derecede kaçınılmalıdır.Unutulmamalı ki Allah’ın namaz, oruç ve diğer ibadetlere hiç ihtiyacıyoktur. Sadece emirlerine itaat için yapılmalıdır. Yasaklarından da,menetmiş olduğu için kaçınılmalıdır. Böylece emretmiş olduklarınıyapıp yasaklarından kaçınılmakla Rıza-i İlâhi kazanılmış olur. Bütüngaye bunda, rızada toplanıyor. Çünkü maksud Allah’ın Zatı ve O’nuninsandan razı olmasıdır.




Meselâ, insanın birkaç tane oğlu olsa, bunlardan emrine itaatedenini, sözünden çıkmayanını muhakkak ki daha çok sever. Ondan daha çokmemnun olur. Diğerleri de evlâtları, ciğerleri oldukları halde emirlerinemuhalefet ettikleri için babaları onları sevmez. Onlardan memnun olmaz.Emrine uyan oğluna daha fazla muhabette bulunur,ondan daha hoşnut olur, nekadar iyi şeyler varsa o emrinde olan oğlu için düşünür. Emrinde olmayanevlâtları için ciğerleri olduğu halde, iyi şeyler düşünmez. İcabındaonları malından bile mahrum eder. İşte Allah yolunda da durum böyledir. İnsanAllah rızası için çalışıp onu gözetmeli, bütün gaye Allah rızasınıtahsil olmalıdır. Eğer Allah insandan razı olursa insana dünyayı da, âhiretide nasip eder. Ne kadar iyi şeyler varsa, cennet dahil hepsini ona ihsan eder.Maksud dünya menfaati değil, âhirettir, Allah sevgisidir. Allah (C.C) insanıseverse karşılığını daha ziyade âhirette verir. Dünya malı vermiş veyavermemiş hiç mühim değildir. Allah rızasının karşılığı âhiret mükafatıdır.Eğer Allah rızasını tahsil etmek nasip olursa, Rabbü’l-Âlemin onu ebedülebed maksuduna erdirir, ebedi saadet ihsan eder. Ve nihayet ebedi olarakCemalullaha kavuşturur.




Hakiki dostluk ve hakiki düşmanlık âhirette meydana çıkar, dünyadapek az bilinir. Esas iyilik ve kötülük âhirette meydana çıkar, bu dünyadaiyilik kötülük pek belli olmaz. Onun için insanın muhabbeti dünyaya, dünyanimetlerine olmamalıdır. Eğer sevgisi Allah’a değilse ve kendisi de doğruyolda bulunmuyorsa, dünya muhabbeti onu kurtaramaz. Dünya kötülüklerine karşıinsanın tedbir alması lâzımdır. Gerçi takdir Allah’ındır ama insanında tedbiri elden bırakmaması icap eder. Allah’ın takdiri değişmeyeceğihalde insan dünya hayatı için, rızkı için her türlü tedbiri alıyor, âhiretiçin de elinden gelen tedbiri alması, Allah rızasını kazanmak için amelisalihe devam etmesi lâzımdır.




Eğer insana bazı şeyler keşif ve rüya yoluyla beyan olunursa vekendisi de buna göre hareket ederse indallahta mes’ul değildir.




Peygamber (S.A.V) buyuruyor: (Günahlardantövbe eden günah işlememiş gibidir)


Allah’ın tövbe dergâhı her daim açıktır. Sâdâtın himmetleride çoktur. Şimdi de Gavs’ın himmeti çoktur.










ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ



DÖRDÜNCÜ SOHBET



Şu dünya hayatında keyifle çalışan kimse yoktur, kimse isteyerek çalışmaz. Ama çalışmaya da mecburdur. Çünkü çalışmazsa bu dünya hayatında aç kalır, susuz kalır, perişan ve muhtaç olur. İşte bunun içindir ki bir çok kimse ağır şartlar altında çalışmaktadır. Meselâ, Adana’ya pamuk toplamaya giden kimseler; evlerini, çocuklarını, mal ve mülklerini terk ederek ağır şartlar altında, kavurucu sıcak güneşin hararetini tahammül ederek, sıcak sular içerek, kendi arzuları ile isteyerek mi gidiyorlar? Hayır, çünkü mecburdur gitmeye. Biliyor ki bir ay kırk gün o sıkıntıya katlanıp çalışmazsa, dünya hayatında müşkül durumda kalacak, aç kalacak, perişan olacak. Ona, buna muhtaç ve el âlemin içinde rezil olacak.

İşte Âhiret için de aynen böyledir. Kimsenin canı, keyfi çalışmak, ibadet yapmak istemese bile, Allah’ın gazabına uğramamak, cehennem ateşinde yanmamak, âhirette perişan olmamak için yüzünü Allah’a döndürmeye mecburdur. Nasıl dünya hayatında perişan ve muhtaç olmak istemiyorsa, âhiret hayatında da perişan ve muhtaç olmak istememeli ve bunun için Allah’ın emirlerine uymalıdır. Şayet uymazsa öldüğü vakit, ruhu çıktığı vakit Allah’ın azâbına uğrar. Kabir azâbı çeker, hesaba gittiğinde orada zor durumda kalır ve sonunda Rabbü’l-Âlemin onu cehennem ateşine atar. İşte bu felâketlere uğramamak için, insanın yüzünü Allah’a çevirip emirlerine riayet etmesi lâzımdır. Allah’ın rızasını kazansın. İnsan ne kadar Allah’a yönelirse emirlerine riayet ederse o kadar Allah’ın yanında makbul olur. Nitekim Allah-u Teâlâ (C.C) bir âyetinde şöyle buyuruyor :

katında en şerefliniz Allah’tan en fazla korkanınızdır) Hucurat Evet, Allah’ın (C.C) yanında en makbul insan müttakî olan takva sahibi insandır. Hakiki olarak Rabbü’l-Âlemin’in yolunda gidendir. İnsanın büyüklüğü, insanın iyiliği ameline göredir. İnsanın ameli ne kadar çok olursa Allah’ın yanında o kadar makbul ve iyilerden olur. (*)

Peygamberler bile asla amelsiz olmamışlardır. O Peygamberler ki Allah (C.C) onları yaratılışlarında büyük yaratılmış, onları Peygamber olarak var etmiş, onlar üzerinden kabir azâbını kaldırmıştır. Onlar için Cehennem azâbı olmadığı halde, yine de O, Peygamberlerine tâât ve ibadet etmelerini emretmiş ve onlar da asla emre muhalefet etmemişlerdi. Şayet etselerdi, namaz kılmayıp, oruç tutmasalardı asla Peygamber olamazlardı.

Bu amelden maksad ihlâs ve samimiyetle olan ameldir.

Allah’ın yanında en makbul kul, Peygamberin en efdali, Allah’ın (C.C) mahbubu ve dostu bizim Peygamberimiz (A.S.V) olduğu halde yine de en çok ibadeti o yapardı. O kadar tâât ve ibadet eder, Allah yolunda o kadar eza ve cefaya katlanır ki hiç kimse O’nun yaptıklarına tahammül edemezdi. İbadetlerinin çokluğundan mübarek dizleri şişerdi. Bununla beraber Rabbü’l-Âlemin bir Âyetinde Habibine şöyle hitap eder :

şekilde dosdoğru hareket et!) (Hud : 112)

Yani sana nasıl emrettiysem öyle hareket et, sakın sözümden çıkma, diye buyuruyordu Âlemlerin Rabbi. Bu âyet-i kerime inzal oldukta Peygamber (A.S.V) : “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” buyurmuştur. Çünkü içinde yukarıda geçen âyet-i kerime vardır. Onun korkusundan ve dehşetinden ihtiyar oldum. İşte Peygamber Allah’tan (C.C) bu kadar korkar, emirlerine muhalefetten bu kadar çekinirdi. İnsan da Allah’a kullukta böyle olmalı. Bazı şeyler vardır ki insan isteyerek yapmaz. Fakat mecbur olduğu için yapmalı, nefis ve şeytan muhalefet etse vücudunda bir atalet olsa bile, yine ibadetini yapmalıdır. Vücudun rahatını düşünmemelidir. İnsan dünya işine bir baksın, nasıl canı istemediği halde çalışıyor. Çünkü mecburdur. Âhiret de aynen böyledir. İnsan rahatını düşünürse Rabbına kulluk yapamaz. Zaten nefsle şeytan bu hususta çalışıyorlar. Daima insanın vücuduna gevşeklik verip Allah’a tâât ve ibadete karşı tembelleştiriyorlar. Öyleyse insan da onların aldatmasına kanarak vücudunun rahatını düşünmemelidir. İnsanın rahatı ancak yüzünü Allah’a çevirmesi ile olur. Şu halde Allah’ın emirlerin meyletmek lâzımdır.

İnsan çalışıp, yorulup eziyet çekmeden dünya rahatını temin edemeyeceği gibi, âhiret rahatı da çalışılmadan, yorulmadan temin edilemez. Âhirette vücud rahatı bulunamaz. Öyleyse insan, ne kadar zor olursa olsun, mecburen ibadetini yapmalıdır. Böyle zorlukla yapılan ibadet Allah’ın yanında daha makbuldür. Hayrı daha çoktur. Çünkü amel, tâât ve ibadet Allah’ın emirlerine uymak ve aynı zamanda nefis ve şeytana muhalefet içindir. Ameldeki gaye budur.

Yoksa Rabbü’l-Âlemin’in insanın namazına, orucuna ne ihtiyacı var. Onları ne yapsın. Âlemlerin Rabbi olan Allah (C.C) büyüktür. Hâşâ ondan noksanlık yoktur ve kimsenin ibadetine de ihtiyacı yoktur. İnsan için bütün gaye, Allah (C.C)’ın emirlerine itaat suretiyle nefis ve şeytana muhalefet edip onları ezmektir. Böylece insanın gayesi nefis ve şeytana muhalefet etmek olmalıdır.

Şeytan Allah’ın (C.C) emirlerine uymayıp, söz dinlemediğinden dolayı tard edilerek dergâhı İlâhi’den atılıp lânetlendiği zaman, Rabbü’l-Âlemin’e : “Ben de elimden geldiği kadar senin mahluklarını yoldan çıkarıp onları azdıracağım” demişti. Allah da (C.C) da :

ki Cehennemi senden (türeyenlerle) ve Adem oğullarının içinden sana uyanların hepsiyle dolduracağım.) (Sad : 85)


Şeytan vaadini yerine getirmeye çalışıyor. Elinden geldikçe, imkân ve kuvvetinin müsaade ettiği nisbette, insanları yoldan çıkarmamaya, Allah’ın (C.C) emirlerine muhalefete teşvik ediyor, zorluyor.O şeytan, şeytanlığıyla biliyor ki tard edilmiştir. Biliyor ki kendisine azâb vardır. Tahkikü’l-yakîn olarak biliyor ki Allah’ın Cehennemi vardır. Allah’ın kuvvet ve kudretini biliyor. İnsandan binlerce defa daha fazla Allah’ın azametini idrak ediyor. Cennet ve Cehennemin var olduğuna, Cehennem azabını insanlardan binlerce defa daha fazla olarak müdriktir. Bütün bunlara rağmen münafıklık edip, bütün kullarını yoldan çıkaracağım, diye Allah’a vermiş olduğu sözü yemiyor. Vaadine sadık kalıyor. Elinden geldikçe Rabbü’l-Âlemin’in mahluklarını yoldan çıkarmağa uğraşıyor. Sözünü yerine getirme gayreti içindedir. Hal böyleyken Âlemlerin Rabbi olan Allah nasıl olur da sözünü yerine getirmez. Şeytana, seni ve sana uyanları Cehenneme atacağım, dememiş miydi? Emrime uyan kullarımı Cennetime koyacağım diye vaad buyurmamış mıydı? Şeytan şeytanlığı ile sözünü yerine getirmeye çalışıyorken, hâşâ Rabbü’l-Âlemin nasıl sözünü yerine getirmez? Muhakkak ki sözünü yerine getirecektir. Öyleyse insanın bütün gayesi nefis ve şeytanla mücadele olmalı, onların sözlerinin aksini yapmalı, kendi vücudunun rahatını düşünmemeli, bir tek gayesi olmalıdır: O da kulluk üzere devam. İster şevki, ibadet aşkı olsun veya olmasın, ister hasta ister sıhhatli olsun, ister mukim isterse seyahatta olsun, insanın durumu hep aynı olmalı, elinden geldikçe durumunu bozmamalı, her zaman ve her halükârda nefs ve şeytanla mücadele etmeli, onlara muhalefette bulunmalıdır.

Birazcık olsun Allah’ı (C.C) tanıyan, birazcık olsun Peygamberin’in (S.A.V) şeriati üzerine istikameti olan kişi, şeytanın işini, nasıl aldattığını bilir, ona göre tedbir alır, kendini korur. Aksi halde helâl haram gözetmez ve şeytanın fiilinden kendini koruyamaz. İstikameti olan, Allah rızasında gitmek isteyen kendini şeytandan korur.

Allah dostluğu rahatlıkla olmaz, Allah dostluğuna rahatlıkla kavuşulmaz. Evliyaullah, mürşidi kâmiller, pek çok amel etmişler, Rabbü’l-Âlemin’e çokça tâât ve ibadette bulunmuşlar, vücutlarını çok ağır ibadetlerle yormuş ve eziyet çekmişler, ondan sonra Allah dostu olmuşlardır.

Bir sohbetlerinde Gavs (K.S.A) : “Şeyh Abdülkadir Geylâni yirmibir sene, insanlar içine girmeden, devamlı olarak, çölde, yabanda tâât ve ibadetle meşgul olmuştu” buyurdular. Bu zamanın en meşhur, en makbul evliyası belki onun kadar büyük, belki daha da büyük Şeyh Abdülkadir Geylâni’nin (K.S.A) velâyeti gibi meşhur velâyet sahipleri makamlarını amelsiz ve ibadetsiz elde etmemişlerdir.

Onun için, insan vücud rahatını düşünmeyerek daima Rabbü’l-Âlemin’in emrini gözetmelidir. Vücud rahatını düşünen, dünya rahatını arayan, dünya güzelliği peşinde koşan, kıyamette perişan olur, âhiret rahatı elden gider. Bundan dolayı, insanın dini kendisince çok mühim olmalı, Allah’ın emri her şeyin üstünde bulunmalıdır. İnsanın yanında hiçbir şeyin Allah (C.C)’ın emri kadar ehemmiyetli olmaması gerekir.

Âhiret dünyadan çok daha makbuldür. Âhiret hayatı dünya hayatından çok daha uzundur. Âhiretin keyfi ve zevki dünyanınkinden çok daha hoştur. Şu halde insan tâât ve ibadette bulunmalı, en makbul şeyin Allah sevgisi olduğunu bilmelidir.

Şayet insan dünyayı âhiretten üstün görür ve öyle zannederse âhirette perişan olur. Maalesef bu zamanda görülüyor : Âhireti dünyadan üstün tutan bindebir bile kalmamış. Âhiret hayatına dünyadan fazla kıymet veren bindebir bile yoktur. Şimdi insan dünya işleri için hastalanıyor. Dünya işlerinde bir eksiklik olsa başı ağırıyor, hasta düşüyor ve yataklara giriyor. Çok zorluk çekiyor. Halbuki Âhiret elinden gitse hiç umursamıyor, işte böylece onların dünyaları âhiretlerinden bin kat daha makbul olmuş oluyor. Hal böyle olunca nasıl insanın işi iyi olur, nasıl Allah insandan razı olur. İnsanın yanında en makbul Allah (C.C) rızası, Allah dostluğu ve âhiret olmalıdır. İnsan şayet dünya işinde bir ziyana uğrarsa, bu ziyanın âhiret ziyanı kadar kendine acı gelmemesi lâzımdır. Sahabeler zamanında böyle idi. Eğer birisi cemaatle namaz kılmaya yetişemezse matem tutardı. Evde cenaze varmışcasına üzülürdü. Arkadaşları cemaati kaçırdı diye ona taziyede bulunurlardı. İşte âhiret, Allah rızası onların yanında bu kadar makbuldü, Allah (C.C) muhabbeti, Allah aşkı, Allah sevgisi onların yanlarında bu kadar kıymetliydi. Tabii ki onlar da Allah yanında makbuldürler. Bu zamanda Allah yolunu terk etmeyen ancak bindebir kalmış gerisi Allah yolunu terk etmiş, hiç o yoldan haberi bile olmaz hale gelmiştir. Bunların Allah’a tâât ve ibadetleri kalmamış, ancak bindebir kalmış ki onlarda âhiret işlerinde çok perişan, âhiret işlerinde çok gevşek durumdadırlar. Nazarlarında dünyalarının kıymeti âhiretlerinden bin defa daha fazladır.

Artık insan o kanaate varıyor ki nihayete gelinmiştir, artık kıyamete doğru sondur. Bunu da geçerse artık küfürdür. Bir şey kalmaz.

insanların en şerli olanlarının üzerine kopacaktır)

Bununla beraber sûrun son nefhasına kadar Allah dostları bulunacak, eksik olmayacaktır.

Öyle bir zamanda bulunuyor ki, bu zamana “nefsi” zamanı demek lâzımdır. Nasıl ki kıyamette hesap vakti Allah-u Teâlâ Mîzân’ı kurup Peygamber (A.S.V) tahtında oturduğu zaman, günahkârlardan, Allah’ın emrine muhalefet edenlerden feryad u figân yükselir. Azgın at gibi tepinip melâikenin elinden kurtulmaya çalışırlar. O dehşetli manzarayı ve Cehennem ateşini gören Peygamberler bile yüzlerini arşa çevirip, “Ya Rabbi; nefsi” diye feryad ederler. Kendi ümmetlerinden, çoluk çocuklarından ümidini kesmiş bir halde, “Yarabbi, nefsî, nefsî” diyerek kendi nefislerinin kurtuluşlarını dilerler. Vallahi şimdi de öyle olmuştur, nefsî nefsî zamanıdır. İnsan yalnız kendi nefsini kurtarmaya çalışmalıdır. Artık vaaz nasihat devri değildir. Vaaz ve nasihatla iş yapılır dersek şimdi artık oda mümkün görülmüyor. Hiç tesiri olmuyor. Çünkü dünya muhabbeti, keyif ve safası çok artmış, Şeriate muhalefet, Allah’ın emirlerine muhalefet çoğalmış, helâl ve haram gözetilmez olmuş. İşte bunlardan dolayıdır ki vaaz ve nasihat tesir etmiyor. Artık nefsî, nefsî zamanı olmuş. İnsan nefsini bilsin kâfidir. Ona harb açsın yeter.

Bir kimse Gavs’w (K.S.A) sormuş : “Kurban, bu kadar cezbe ehli, muhabbet ehli, vird ehli vardı şimdi ise hepsi gevşemişler, atâlet içindedirler. Bu nasıl oluyor?” Gavs cevaben şöyle buyurmuş : “Evet artık hidayet kalmamış da ondan. Bizimki de bu zamanda Vallahi bir idaredir. Aldatmaca gibi bir şey. Çünkü hidayeti tâmme şimdi Hazret-i Mehdî’nin elindedir. Hidayeti tâmmeyi ancak o yapacak. Biz şimdi idare ediyoruz. Çoluk, çocuk nasıl aldatılır, eğlendirirse, bizde öyle yapıyoruz. Artık iş Mehdî’ye kalmış. Onun zamanında hidayeti tâmme olabilir. Bu zamanın insanlarında ilerleme olmuyor. Gün be gün, saat, dakika be dakika geriye gidiliyor. İlerleme, terakki hiç yoktur. Devamlı yönleri gerileme ve atalet üzerindedir.

İnsan öyle kanaate varıyor ki artık zamanıdır. Hiç tutulacak taraf kalmamış şimdi. Onun zamanı olmasa hidayet zordur. Ümitler kırılmış. Tek ümit kapısı varsa o da Nakşîbendi Tarikatı’ndadır. Durum çok kritiktir. İnsan o kanaate varıyor ki zamanı çok yaklaşmıştır.

İmam-ı Rabbanî (K.S.A) zamanında kendisine gelip, “Mehdî sensin” demişler. “Hayır ben değilim” buyurmuş, gerçi ben de öyle zannediyordum ama ben yüzün başını, (Asrın başını) geçtim. Mehdî asrın başında gelecek, zuhuru asrın başında olacak ve Nakşîbendi halifesi olacak; tabii bu hadis falan değil, İmam-ı Rabbâni’nin sözüdür. Bugün her ne kadar nefsî nefsî zamanı ise de insan elinden geleni yapmalıdır. İnsan kendisini nefis ve şeytandan kurtarmaya çalıştığı gibi elinden geldiği kadar akrabasını, ailesini, çocuğunu, çevresini ve ümmeti Muhammedi de kurtarmaya onlara yardımcı olup yüzlerini Allah’a döndürmeye çalışmalıdır. Bilhassa kendisini nefis ve şeytanın elinde bırakmamaya çok gayret edip kendini muhafaza etmelidir. Kıyamet günü nefsî nefsî’dir. Orada Allah-u Teâlâ herkesin hayır ve günahına göre muamele eder. Kimsenin hayrını kimseye vermez, herkes günahıyla baş başadır. Nefis ve şeytanla elden geldiği kadar bu dünyada mücadele etmek lâzımdır ki yarın nefsî nefsî zamanı olan kıyamette, müşkül durumda kalınılmasın. Bu mücadelenin sûr üfürülünceye kadar devamı lâzımdır.

Nefis ve şeytanla mücadele etmek insanın elinden gelir, kuvveti yeter onlarla mücadeleye. Her kim benim gücüm, kuvvetim yetmiyor derse, o yalan söylüyordur, o kezzabdır.insan nefis ve şeytana yetebilir. İnsan Allah’ın emirlerine muhalefet etmeyebilir, günah işlemek istemese işlemez. Gayet kolaydır. Eğer ben edemiyorum gücümün üstündedir derse yalan söylemiş olur. Çünkü Allah-u Teâlâ :

bir nefse gücünün yetmediği şeyi teklif etmez. Ancak takatının ve gücünün yeteceği şeyi teklif eder) (Bakara : 286)


Hiçbir nefse kendi vusatından fazla teklifte bulunmam, buyuruyor, yani Allah kimseye yapamayacağı şeyleri emretmez. Öyleyse insan nefs ve şeytanla mücadele edebilir. Gerçi İmam-ı Rabbâni, Şeyh Abdülkadir Geylâni gibi yapamaz ama kendi gücünün nisbetinde yapabilir. İnsan yapmıyor, sonra da yapamıyorum, edemiyorum, diyor. Bu kendi kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. Şeytanın aldatmasıdır. İnsan kendini Allah’ın vermiş olduğu kuvvet ve nusret nisbetinde muhafaza edebilir, şeytana muhalefet edebilir. Allah’a kulluk dünya işinden zor değil, dünya işi kadar yorucu değildir. İnsan yirmidört saatte bir saat yüzünü Allah’a çeviremez mi? Yirmidört saatte beş vakit namaz kılamaz mı? Her farz namaz en çok beş dakika sürer. Yapamaz mı bunu insan? Esasında insan kendi kendine hile yapıyor, yoksa haram yemek istemese yemeyebilir, gıybet etmek istemese terk edebilir. Demek ki hepsi insanın elindedir. Hoş şeytanın tüfeği yoktur ki insana çevirsin de zorla insanı kötülüğe teşvik etsin. Şeytanın yapabileceği tek şey kalbde vesvese meydana getirip kötü işleri telkin etmeye çalışmaktır. Hepsi bu kadar. Bütün kuvveti bundan ibarettir. Başka hiçbir şeyi yoktur. Eğer insan ona yardımcı olmazsa hiçbir zararı dokunamaz. Fakat insanın canı (nefsi) da Allah’ın emrine karşı gelmek istiyor. Vücudunun rahatını onda görüyor. Şeytan da arada sırada yol gösteriyor. Başkaca hiçbir şey yapmıyor, zaten elinde de gelmez.






Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ (k.s) sohbetleri 2

|


BİSMİLLAHİRRAHMANİRRA HİM

ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ



BİSMİLLAHİRRAHMANİRRA HİM


İKİNCİ SOHBET




Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular : “Eğer irşad etmekvaaz ve nisahatla olsaydı, çok güzel vaaz eden, nasihatta bulunan hocaların,mollaların etrafında cemaatlerin bulunması, onları irşad etmesi icapederdi. Halbuki hiç de öyle değil” demek ki, bu iş zahiri değil. Bu iş,yani kulluğa davet vaaz ve nasihatla değildir. Ancak ve ancak sâdâtınmanevi tasarrufu tesir ve irşada sebeptir. Yine Gavs (K.S.A) bir sohbetlerindeşöyle buyurdular : “ Bir şeyhe sormuşlar : (İşiniz nedir, sanatınıznedir, siz neyle meşgul oluyorsunuz?” diye. Demiş ki : (Bizim işimiz çözmekve bağlamaktır.) (Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?) diye sorduklarında şöylecevap vermiş : “Bize gelenlerin kalplerini dünyadan çözer, âhirete bağlarız.”




Gavs-i Hizani Hazretleri’nin huzurunda cezbe ve harareti çok kalabalıkbir cemaat her zaman bulunurdu. Cezbe, hararet ve muhabbetin çokluğundan kimsehuzurunda normal olarak oturamazdı. Halbuki Gavs (K.S.A) fazla sohbet deetmezdi; umumiyetle sükut ederdi. Fakat tasarrufu maneviydi. Manevi tasarruftabulunurdu. Bir seferinde oğlu vaaz ve nasihat etmek için müsaade ister. Müsaadealır ve sohbete, vaaza başlar. Allah’tan bahs eder. Bir iki saat kadar vaazeder. Hiç kimsede ses yok, muhabbet ve cezbe emaresi görülmez. Sohbet biter.Babası Gavs-i Hizani “Haydi, kalkın Kamet getirin” der demez, cemaatin içindebir feryadu figan kopar. Gavs’in oğlu hayretle kalır: “İki saattir sohbetediyorum, hiç kimsede ses yok. Babam (haydi, Kamet getirin) diyor. Bütünmillet cezbeye kapılıyor.”




Bir tarihte Bitlis’ de Gavs’aitirazda bulunmuşlar: “Kim biliyor Gavs olduğunu; delili, alâmeti nedir?diye fikir serdetmişler. Orada hazır bulunan Bitlis müftüsü, “Benbiliyorum onun Gavs olduğunu. Delilim de şudur onun Gavslığına : Ben de âlimim,ilmim var. Bir şehrin müftüsüyüm. Ulu Cami’ye gidiyorum, bir iki saatvaaz ediyorum. Vaazım bitip camiden çıktığım zaman arkamdan bir iki kişibile gelmiyor. Bastonumdan başka bana yoldaşlık eden bulunmuyor. Halbuki ŞeyhAbdülHalim çok az sohbet edip de kalktığı zaman arkasından en az yüz kişide beraber kalkıyor. Bu Gavslık alâmeti değil de ya nedir? biz âlimiz,bizim de ilmimiz var. Gerek halk yanında, gerekse resmi yerlerde sayılır veseviliriz, itibarımız var. Ben vaaz ettiğimde camiden bastonumdan başkabenimle çıkan olmuyor. Ama onun yüzlerce kişi peşindedir. Gavslık içinbundan daha büyük delil olur mu?” diye itiraz edenleri ikna etmiş oldu.




İşte böyle… Eğer zahiri tasarrufta olsaydı, bunca kuvvetlivaizler, âlimler, gayet güzel vaaz ve nasihat ederek, Allah’ı anarak sohbetederken bir çok kimseyi de irşad etmeleri gerekirdi. Halbuki öyle olmuyor.Çünkü irşad işi tamamen manevi tasarruftur.




İnsan tarikata girince bunları daha iyi anlıyor. Huyunun, ahlâkınındeğiştiğini; hiçbir cebir olmadan dünyadan kesilip âhirete bağlandığını,dünyadan soğuduğunu, Allah bahsi sohbetinin her şeyden daha şirin olduğunu,tâât ve ibadetin hoş geldiğini insan hemen hissediyor. Bütün bunlar daancak manevi tasarrufla olur.




Seyda Abdurrahman TâğiHazretleri henüz tarikat almamışken Gavs-i Hizani için; “hakikaten Gavsmidir acaba? Bir ziyaretine gidipde baksam” diyor. Gitmeden de tasavvufkitaplarını karıştırarak Gavslık alâmetlerini okuyor. O sırada Gavs-iHizani (K.S) bir mollasını çağırıyor, “Evlâdım, diyor, var, Norşin’edoğru git, orada Abdurrahman’ı gör, kendisiyle görüşmek istediğimizi söyle,misafirlerim çoktur, onun için benim gitmem mümkün değil, lütfen kendisiburaya kadar zahmet etsin.” Molla derhal kalkıp Abdurrahman-i TâğiHazretleri’nin köyünün yolunu tutuyor. Soruyor soruşturuyor, Hazret’ibulup geliş sebebini anlatıyor. Diyor ki: Beni Gavs gönderdi. Misafirlerininçokluğu ndan kendisi gelemedi. Sizinle görüşmek istiyor, köyüne davetediyor sizi.” Abdurrahman-ı Tâği Hz.”Vi ben de ziyaretine niyet etmiştim.Kal,sabah olsun, beraberce gideriz.” diyerek gelen mollayı o gece misafir ediyor.




Sabah yola beraberce çıkıyorlar. Gelmekte olduklarını Gavs haber alıncamüridleriyle beraber karşılamağa çıkıyor ve köyün dışındaki birtepenin üzerinde beklemeye koyuluyor. Abdurrahman-ı Tâği Hazretleri iseyolda gelirken tasavvuf kitaplarında gördüğü Gavslık alâmetlerinden “Yağmuryağınca Gavslar yağmurdan ıslanmaz” ibaresini düşünerek köye yaklaşmaktadırlar.Mev sim bahar, gökte en ufak bir bulut kümesi bile yok. Nihayet köye vasılolup Gavs Hazretleri ile buluşuyorlar. Hemen orada tepenin üzerinde oturaraksohbete koyuluyorlar. Az bir zaman sonra gök gürleyip, şimşekler çakarak sağanakhalinde yağmur yağmaya başlıyor. Oysa ki havada hiç bulut yoktu az evvel. Sığınılacakbir yer olmadığı için iyice ıslanıyorlar. Tam bu sırada Abdurrahman-ı TâğiHazretleri’nin aklına tasavvuf kitaplarında gördüğü (Gavslar yağmurdanıslanmazlar) ibaresi geliyor. Başını kaldırıp Gavs-i HizaniHazretleri’ne baktığında ne görsün, üzerinde en ufak bir ıslaklık bileyok, sanki hiçbir yağmur yağmıyor. Gördüğü manzara karşısındakendinden geçip bir nara atarak derhal oradan uzaklaşıyor. Gavs-i Hizani’ye,“Kurban, Molla Abdurrahman gitti” denilince, “Bir şey olmaz, sâdâtınhimmetiyle o tekrar gelir” buyuruyor. Hakikaten az bir zaman sonra tekrargeliyor, hem de bir daha geri dönmemek üzere. İşte böyle… Eğer manevitasarruf, manevi kuvvet olmasaydı böyle bir teslimiyet, böyle bir bağlılıkolmasına imkân bulunur muydu?




Hazret-i Norşini (Şeyh Muhammed Diyauddin) bir ara hastalanmış, bir müddetiçin cami’e gidememiş, evden çıkamamıştı. Bir magrip namazında, rabıtadansonra haber gönderip mollaları eve çağırtmış. Bütün mollalar neşe içindeeve koşmuşlar. Öyle ya mürşidlerini uzun müddet görememişler, bir müddettenberi ondan uzak kalmışlar. Huzura varmışlar, Hazret müsaade verince oturmuşlarve beklemişler. Hazretten ise hiç ses yok, zerre kadar kimseye iltifaketmiyor, sakin ve sessiz. Bir saat kadar oturduktan sonra Hazret, “Haydi, sizemüsaade verdim, gidebilirsiniz” diye mollaları gönderiyor. Huzurundan çıkanbazı mollalar üzüntülü üzüntülü konuşuyorlar : Sohbet olacak diye nekadar sevinmiştik. Halbuki Hazret hiç konuşmadı. Nasıl geldiysek öyle de dönüyoruz,diye dertleşiyorlar. Bunları işiten Hazretin hanımı, çocuklarına,“Eyvah, ben Hazretin sâliklerini manevi tasarruf ehli zannederdim.Bilmiyord um ki onlar lâf u güzaf peşindedirler. Ben zannediyorum ki onlarmanevi tasarruf peşinde koşanlardandır. Halbuki onlar lâf peşinde koşuyorlar.Bu durumda Allah’tan uzaktırlar. Hakiki Nakşibendî olmamışlar hâlâ”diyerek ağlıyor.




Çokları vardır ki şeyhlerinin huzurunda otururlar. Fakat şeyh hiçsohbet etmez. Ama lâzım gelen irşadı da sohbetsiz olarak yapar.” Onlarsohbet peşinde değiller.




Sohbet bir eğlencedir. Nasıl çocukları lâfla eğlendirir, lâflakandırırlarsa sohbet de aynen onun gibi bir şeydir. Sohbet Cennetten bahsed****şelendirmek , Cehennemden bahsedip korkutmak içindir. Üç – dört yaşlarındakiçocukları bazen korkutup bazen mükâfatlandırma gibi bir şey. İşte sohbetde sâlikler için böyledir. Bazen neşelendirir, bazen de hüzünlendirir,bazen Cennet bahsi ederek mesrur etmek suretiyle tâ NakşibendîyeTarikati’ ne alıştırıncaya kadar sohbet devam eder. Esasta, hakiki Nakşibendîliktesohbet yoktu, Tarikat-i Nakşîbendi’de bir rükün mesabesinde olan sohbetepek kıymet verilmez. Sultanın pek kıymet verilmez sözleri manevi tasarrufcihetiyledir. İrşadın sohbetle değil, manevi tasarrufla olduğunun işaretidir.Şayet irşad sohbetle olsaydı, binlerce vaiz, hatip ve natıka sahibikimselerin birer mürşid olup irşad makamında oturmaları icap ederdi.Halbuki hiç de öyle değil. Gavs-i Hizanî gibi zatların, çok az sohbetle çokgeniş kitlelere irşad etmeleri irşadın zâhiri olan sohbetle değil, Batınîolan manevi tasarrufla olduğunun işaretidir. Sohbet ise manevi tasarrufa zeminhazırlayan, talipte alıcı gücü kuvvetlendiren bir vasıtadır.




İleride görüleceği gibi sohbet haşa inkâr edilmemekte, bilâkis teşvikve tavsiye edilerek ehemmiyeti belirtilmektedir. Bütün tasarruf işleri,manevi olarak yapılır. Yeter ki talipte huzur olsun, rabıta huzuru bulunsun,lâf u güzaf aşığı olmasın.




Zaten bu zamanın insanlarını sâdâtın himmeti, manevi tasarrufolmadan düzeltmek çok zor. Çünkü fesat çoğalmış, her tarafı zorluksarmış, sâdâtın himmeti, Peygamberin (S.A.V) himmeti olmadan muvaffak olmakmümkün değildir. Eğer bütün bu himmetler olmasa, Nakşîbendiye tasarrufubulunması idi, bu zamanda Allah’ın yolunu tutmak mümkün olmazdı. Çünküinsanda bir kuvvet kalmamış. Eskiden insana musallat olan iki düşman vardısadece; Nefs ve şeytandan başka bütün âlem, insanın dinine, imanına düşmanolmuş, kuvveî maneviye olmasa, Nakşîbendi silsilesi ve onların himmetibulunmasa mücadele edip muvaffak olmam mümkün olmaz. İnsan o güç ve tâkâtikendinde bulamaz.




Peygamberler (A.S) dahi insanın yardımına gelirler, manen yardımcıolup insanı desteklerler. Eğer onların da manevi kuvvet ve destekleriolmasaydı, bu zamanda hiç kimse yakasını kurtaramaz, imanını muhafazaedemez ve onu koruyamazdı.




Bu gerçekleri bilen insanın, Nakşîbendi Tarikatı Pâkistan’da,Hindistan ’da, Yemen’de bile olsa, hiç durmadan oralara kadar koşup tarikatalması icap ederdi. İman hakikatini arayanlar Allah yolunda olmak, Allahdostluğunu kazanmak isteyenler bu zamanda tarikatın menfaatinin ne kadar çokolduğunu gayet iyi bilirler.




Şeyh Ahmed-i Haznevi (K.S.A) buyuruyor diyor ki ; Hazret’i (ŞeyhMuhammed Diyaüddin) ziyarete gitmiştim. Hazret ata binmiş gidiyordu. Beni görünceatının başını kıstı ve yüzünü bana çevirdi. Beni yanına çağırarakşöyle buyurdu : “ Molla Ahmed, insanın şu kadar, zerre-i miskal kadarnefsi olsa o Allah’tan uzaktır” ve hayvanını sürerek yoluna devam etti.




İnsanın evini yıkan en büyük düşmanı nefsidir. Onun için insanınkendisinden haberi olmalı, nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır.




Nakşîbendi yolunun bütün çalışmaları nefsi öldürmek içindir.Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar.


Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed Haznevi) buyuruyor : Norşin’e gitmiştim.On beş – yirmi günden beri Hazretin evindeydim. Malûm, yemeğimiz darıekmeği ve darı çorbasıydı. Birgün Hazret’i ziyarete Muş tarafından birağa gelmişti. Hazret’i ve mollalarını da yemeğe davet ediyordu. Hazretdaveti kabul etti ve icabet edeceğini bildirdi. Benim de keyfim geldi, diyor Şah-ıHazne, düşündüm, nasıl olsa bende ziyafete giderim, güzel yemekler yerim,diye nefsim çok zevklendi. Hemen, çarıklarımı, ıslansın da rahat giyeyimdiye suya bıraktım. Nihayet hazret gitmek için, hazırlığını yaptı, bende diğer mollalarla beraber hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp: “Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle beraber gelsin, yalnız MollaAhmed kalsın, o gelmeyecek” buyurdu. O zaman ben ayrıldım. Hazret’in niçinöyle dediğini anlamadım ve nefsime dönüp dedim ki : Bütün suç senindir.Sen güzel yemekler yerim, diye iştahlandın, güzel yemeklere tamah ettin.İşte bunun için Hazret seni götürmedi.




Yine Şah-ı Hazne anlatıyor : (Bir gün Hazret bana sordu : “MollaAhmed sen yemeklerini nerede yiyorsun?” Dedim : “Sofilerle beraber yiyorum.Kurban”. Tekrar sordu : “Peki nerede yatıyorsun?” “Aşağı divanda yatıyorum,kurban” dedim. Hazret benim bu cevaplarımdan çok hoşlandı, keyfi geldi veferahlandı. Bana “Çok iyi yapıyorsun. Aşağı divan hoştur. Seyda oradasohbet ettiği, çok teveccühlerde bulunduğu için oranın nisbeti çok fazladır.Yukarı divan ise ağaların yeridir. Şeyh Alaâddin, Şeyh Mahmud-i Karaküyigibi zatlar hep orada kalırlar. Yukarı divan ağalar yeri. Aşağı iseSeyda’nın divanıdır. Orada çok hatme, çok sohbet ve çok teveccüh yaptığıiçin nisbeti bol, çok hoş bir yer orası” dedi.)




İnsan nefsini bilmeli, eğer nefsini bilirse halk da ondan istifadeeder.




Seyda-i Molla Ramazan anlatıyor : (Bir seferinde Hazret’in huzurundabulunuyordum . Seyda-i Mezzin de oradaydı ve daha hatırlayamayacağım başkalarıda vardı. Birden Hazret yüzünü bana çevirdi. “Molla Ramazan” dedi.“Buyur, kurban” dedim, “Haydi bana ço ço de bakayım” dedi. Ben utandımemrini yerine getirmedim. Bu sefer Seyda-i Mezzin’e dönüp, “Molla, hâlâMolla Ramazan’da nefs var, henüz nefsini yenememiş” dedi. Bunun üzerineemrini yerine getirmediğimden dolayı çok pişmanlık duydum, çok üzüldüm.Kendi kendime bir daha ne emr ederse yapacağım, diye söz verdim. Ondan sonraemrini gözetlemeğe başladım.




Aradan bir iki hafta geçti. Ben ise bir emri olursa hemen yerinegetireyim diye hep gözetliyorum. Bir ara bana döndü : “Molla Ramazan, banabiraz su getir” dedi. O kadar heyecanlandım ki bana Molla Ramazan kalk oynadediğini zannettim. Hemen kalktım, raks etmeye başladım. Hazret o kadar güldüki… Dedi, şuna bakın hele, ben su istiyorum o ise kalkmış oynuyor. O zamanyaptığım hatayı anladım. Ama böylece nefsim bir defa daha kırılmışoldu.




İnsanda nefs olmaması lâzım. Nefs insanda olduğu müddetçe kendiniyok bilmelidir.




Bir seferinde Kadiri şeylerinden Molla Abdurrahman’ın bir sofisiSeyda’yı ziyarete gelmişti. Seyda sofiye; “Bize biraz Molla Abdurrahman Çoğreçi’ninsohbetinde n söyle” dedi. Sofi ise: “Vi Kurban, aklımda hiç sohbetyok” deyince, Seyda “hiçbir şey de aklına gelmiyor mu?” diye sordu. Sofi biraz düşündü. Evet bir sohbeti hatırladım. Şeyhimderdi ki : “Gübre olunmadıkça su üstünde kalınmaz.” Bu söz Seyda’nınhoşuna çok gitti, çok keyfi geldi. “Vi, çok doğru bir söz, dedi,bundan daha güzel bir şey olmaz. Sözü doğrudur. İnsan nefsini gübreetmedikçe su üstünde kalamaz. Nefis olduğu müddetçe insan bir şey olamaz.Gübre hafif olduğu için suyun üstünde kalıyor, yükseliyor. İnsan nefsinihafif tuttukça yükselir, su üstünde kalır. Yok eğer insan ağır olursasuyun dibine batar. İnsanın nefsi olduğu müddetçe insan ağırdır, suyundibine çöker.”. Seyda : “Bu sohbetten daha güzel bir şey yoktur. Bu çokbüyük bir sohbettir” buyurdu ve kâhyasına dönüp, “Kesende ne kadarparan varsa bu sohbetin karşılığı olarak sofiye ver.” Kâhya baktıkesede beş altın mecidiye vardı. “Kurban beş mecidiye var” dedi. Seyda,hepsini sofiye vermesini emretti. Sofi almak istemedi, her ne kadar feryad üfigan edip ihtiyacı olmadığını beyan ettiyse de, Seyda, hayır alacaksın,senin bu sohbetin çok kıymetlidir. Gavs’ın başı için ne kadar paraolsaydı kesede, tümünü sana verecektim” buyurdu.




Hakikaten insan nefsini gübre olarak mülâhaza etmedikçe su üstündekalamaz. İnsan nefsini gördüğü müddetçe Rabbine kavuşamaz. Ne zamannefsini öldürürse Allah’ına o zaman kavuşur.




İnsanı helâke götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârun gibi ilâhlıkdavasında bulunanlar ve helâke gidenler, hep nefisleri yüzünden bu felâketlereuğradırlar , o hallere düştüler. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlıkdavasına kalkıştı. Çünkü nefis kendinden üstün hiçbir varlığınbulunmasını istemez. Büyüyüp terakki edip elde etmek için hiçbir şeykalmayınca, haşa, Allah’lık davası etmeye başlar. İşte onlar da haddiniaşmış, azgınlaşmış nefislerinin iddiasına uydular. Sanki Firavunkendisinin Allah olmadığını bilmiyor mu idi? Biliyordu tabii, söylediklerininaslı olmadığını çok iyi biliyordu. Fakat maalesef büyüyen ve büyükiddialara kalkışan nefsine kendisi de uyuyordu. Çünkü nefsi, o kadar büyümüştü.Halbuki Firavun evveliyatında fakir bir kimseydi. Bir çobanın oğlu idi,babası çobandı. Kendisi ise bekçiydi. Bir gece inkilap yapıp padişahı öldürerekve bir gecede padişahın sadık adamlarını ortadan kaldırmak suretiyle tahtageçtikten sonra nefsi azgınlaştı, büyüdü ve neticede başına büyük felâketleraçtı.




İnsan biraz düşünsün ki Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısındane kıymeti olabilir. İnsanın değeri, azamet-i Hüda karşısında bir pirekadar bile olamaz. Yaradılışına bir baksın neydi, nasıl meydana geldi,Allah (C.C.) kendini nasıl yarattı?




İşte böyle… İnsan kendi yaradılışını mülâhaza ederse azametiHüda karşısında aczini daha iyi görüp daha iyi anlar. Nefsinin telkinatınakanıp kendini bir şey zannetmez.




Her şeyden evvel insanın kendini tanıması lâzım. Kendini tanımayanAllah’ı da tanımaz. Kişi kendini tanıması için evveliyatını düşünmesilâzımdır. Allah’a karşı durumunu düşünmesi lâzımdır. Görecek kiinsanın, azamet-i Hüda karşısında hiçbir kıymeti yoktur, bir pire kadarbile. İnsan kendi fakirliğini, aczini, biçareliğini görür ve bilirseAllah-u Teâlâ o zaman onu yükseltir, onu âli eder, ona mertebeler ihsaneder. Şayet insan kendini bir şey olmuş zannederse o insan yok sayılır..insan kendini adam olarak görmemeli; nefsine bu payeyi vermemeli, vücudunu venefsini yok bilmelidir.




Her türlü günah, kullara yapılan zulüm ve hakaretin hepsi nefstengeliyor, onun büyüklük taslamasından ve kibrinden geliyor. Ne zaman ki insanfakirliğini, aczini, kendinden aşağı bir mahluk olmadığını (nefsani yönden)idrak etse, insanda kibir ve azamet kalmaz. İşte o zaman Allah’ınemirlerine göre hareket etmeye başlar.




Meselâ, insan bin kişilik bir kabilenin içinde tek başına bulunsa,onlara muhalefet etmeye, onlarla mücadele etmeye gücü yeter mi? Tabii kiyetmez. Onlara karşı biçare, kuvvetsiz ve zavallıdır. Dolayısıyla heremirlerine uymak mecburiyetinde kalır. Öyleyse azamet-i Hüda’ya karşı dainsanın boynu bükük, mahzun olması lâzımdır. Kendinde kuvvet ve kudretinolmadığını bilmesi lâzımdır. Ve ona göre hareket etmesi her emre mutlakauyması gerekir.




Allah dostları, Allah ehilleri, daima fakir ve mahzunlar arasında olmuştur.Sâdâtın nisbetleri fakir, nefissiz ve boynu büküklerin üzerine olmuş.Hulefa hep onlardan olmuştur.


Meselâ, Şah-i Hizne, o kadar fakir, abdal, kendi halinde imiş ki, diğersofilerden hiç fark edilmezmiş, kimse kendini tanımazmış, molla olduğunubile bilmezmiş. Ancak ârifler müstesna. Herkes onun garip bir sofi olarakbilir, değer bile vermezmiş. Hazret de öyleymiş.




Büyüklerin kendi nefisleri için hiç çalışmaları olmazmış.Hazret’in Şeyhi Şeyh Fethullah kışın karda kızağa biner, köylere irşadagiderken Hazret’i çağırarak kendisini çekmesini istemiş. Bu durumaSeyda’nın bazı hülefa ve sâlikleri itiraz etmişler, Hazret, Şeyhinin oğludur,onun için hatırını hoş tutması, onu incitmemesi, ona hürmet etmesi lâzımolduğu halde, nasıl olur da o kızağa binip keyif sürerken Şeyhinin oğluzahmet ve meşakkatla kızağını çekiyor, demişler. Duruma muttali olan ŞeyhFethullah : “Üstadım Seyda, oğlunu bana teslim etti ve ben de böylehareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim etmişse bildiğinizgibi yapmakta serbestsiniz” buyuruyor.




Şeyh Fethullah bilmiyor muydu, Şeyhinin oğluna hürmet etmesi, önündenkalkıp arkası sıra gitmesi lâzımdır? Tabii ki biliyordu. Fakat Şeyhinin oğlukendisine hizmet edip de manevi değer kazansın, diye böyle yapıyordu.Kendisi âdâp ve erkânı terk ederek, ziyanına razı olarak Şeyhinin oğlununistifade etmesini, Allah’a ulaşmasını, menfaat görmesini istiyordu. Ziyanıbana, kârı ona olsun, diyordu. Nitekim öyle de oldu. Hazret’in birkaçsenelik hizmetinden sonra, Şeyh Fethullah, Hazret’i çağırıp, “artıksen yetişmiş bulunuyorsun, buyur, babanın makamına geç ve irşada başla”diyerek irşad makamına oturtuyor.




İşte böyle… Allah yolu hizmetle kazanılır, abdallık ve fakirlikleelde edilir, ağalık, pehlivanlık ve padişahlıkla olmaz.

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ (k.s)

ABDÜLHAKÎM HÜSEYNÎ (k.s)




Sondevirde Sûriye’de yetişen evliyâdan Şeyh Ahmed Haznevî’ninhalîfeleri nden. İsmi, Abdülhakîm’dir. Seyyiddir. Hazret-i Hüseyin’insoyundan geldiği için Hüseynî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Gavs-ıBilvânîsi lakabıyla da bilinir. 1902 (H.1320) senesinde Siirt’in Baykanilçesine bağlı Kermat köyünde doğdu. 1972 (H.1392) senesinde Ankara’davefât etti. Adıyaman’ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde defn edildi.

Doğumundan kısa bir müddet sonrababasının imâmlık yapmak ve medresede talebe okutmak için dâvetedildiği komşu Siyânis köyüne taşındılar. Babası vazîfesinin altıncıayında vefât edince onu dedesi yanına aldı. Dedesi onu okutmak içinâlim ve tasavvuf ehli Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin dershalkasına ve sohbetlerine gönderdi. Bu sırada sekiz yaşında bulunanAbdülhakîm Hüseynî 14 yaşına kadar bu zâttan ilim öğrendi ve feyz aldı.Hocası Nurşîn’e taşınınca tahsiline başka medreselerde devâm etti. Aynızamanda hocası ile mânevî bağını devâm ettirdi. Daha ilmini tamamlayıpicâzet almadan medrese ve tekkeler kapatılınca Siyânis’e döndü. KomşuTarunî köyüne imâmlık yapıp, talebe okutmak üzere dâvet edildi. Buradapekçok talebe yetiştirdi. Bu sırada hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînîvefât etti. Abdülhakîm Efendi hem ilmini tamamlamak, hem de tasavvuftailerlemek için Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî’nin talebelerinden ŞeyhSelim’e talebe olmak istedi. Ancak rüyâsında hocası ona çok sevdiğihalîfesi Şeyh Ahmed Haznevî’ye bağlanmasını bildirdi. RüyâsındaMuhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Şeyh Ahmed Haznevî’ye hitâben; “Şeyh Ahmed!Bu Seyyid Abdülhakîm’in babasının bizde emeği çoktur. Onun için sen onagözün gibi bakacaksın!” diye emânet etti. Bu işâret üzerine AbdülhakîmHüseynî, Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî’nin talebelerinden Suriye’nin Hazneköyünde bulunan Şeyh Ahmed Haznevî’ye giderek talebe oldu. Hazne’yeAhmed Haznevî’nin talebelerinden Seyyid Ahmed’le birlikte gitti. ŞeyhAhmed Haznevî misâfirlere iltifatta bulunup talebeliğine ve sohbetinekabûl etti.

Şeyh Ahmed Haznevî daha ilk gündenîtibâren “Molla Abdülhakîm” diye hitâb ederek, onun ilim ve irfânınıtakdir ettiğini gösterdi.

Abdülhakîm Hüseynî, Ahmed Haznevî’ninsohbetleri nde bulundu. Daha sonra tekrar memleketine döndü. Fakat 14sene müddetle gidip gelerek ilmini ve tasavvuftaki derecesini arttırdı.Hocasından 34 yaşındayken medresede talebelere ilim öğretmek üzere, 36yaşındayken de insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaksûretiyle kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmak için icâzet aldı.Memleketine dönerek köyünde ve çevresindeki diğer kasabalarda İslâmdîninin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Bütün ilim ve irfânınıtalebe yetiştirmeye ve müslümanların Allahü teâlânın rızâsınıkazanmalarına vesîle olmaya hasretti. İlk üç senede fazla netîcealamadı. Ancak hocası Ahmed Haznevî’nin vefâtından sonra onunsohbetlerine büyük bir rağbet oldu. Akın akın gelen insanlar onun ilimve feyzinden istifâde etmeye çalıştılar. Ona olan bu büyük rağbet civarkasabalardaki bâzı şeyhlerin gıptasına, bâzılarının da kıskanmalarınasebeb oldu. Çünkü onlara bağlı olan bâzı kimseler de gelip AbdülhakîmEfendinin sohbetine katılıyorlardı. Bu şeyhlerden biri ona gönderdiğimektupta; “İnsan düşünür ve kabûl eder ki yanyana koyun otlatan ikiçobandan birinin birkaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsaonları iâde etmek lâzımdır. O hâlde sen de bizim sürüden ayrılanlarıiâde etmelisin.” diyordu. Bu mektubu okuyan Abdülhakîm Hüseynî tebessümederek; “Biz cedd-i pâkimizin (Peygamber efendimizin) ümmetine hizmetigâye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok tarafdârtoplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim mîrâs bırakmıştır. Builme kim sâhipse vâris odur. Biz inşâ mîrâs gerçek vârislerinineline geçer diye duâ ediyoruz.” buyurdu. Hep aynı yerde kalmayıp,ikâmetgâhını devamlı değiştirdi. Tarunî ve Bilvanis köylerinden sonraBitlis’in Narlıdere nâhiyesine, oradan da Siirt’in Kozluk kazasınabağlı Gadiri köyüne yerleşti.

Abdülhakîm Hüseynî gittiği yerlerde hemtalebe okutup ilim öğretti hem de sohbetleriyle insanlara dünyâda veâhirette mutlu olmanın yollarını gösterdi. Talebelerinden birisinin;”Canım Gavs’a kurbân olsun! Bize öyle bir nasîhatte bulununuz ki dünyâve âhirette bizim kurtuluşumuza vesîle olsun.” dedi. Abdülhakîm HüseynîEfendi; “Kurtuluş için hürriyet ve iffete dikkat edin.” buyurdu.Talebesi; “Efendim hürriyet ve iffet nedir?” deyince; “Hürriyet Allahüteâlâdan başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. Umum işlerde sebepleredeğil, sebepleri yaratana dayanmak kulun ilk kurtuluş kapısıdır. İffetise, kendi nefsi ve başkasının hesâbına değil, söz, hareket, amel,niyet ve özde yalnız Allah hesabına göre olmaktır.” buyurdu. Talebesi;”İhlâsdan çok bahs edilir. İhlâs nedir?” diye sorunca da; “İhlâs; illetve gâye olmaksızın yalnız Allah için günâhı terk ve emirleri yapmaktır.Yâni vargücünü Allahü teâlânın emrine sarf etmektir. Bu hâlde sebatetmenin zâhirine takvâ, özüne ihlâs ismi verilmiştir. Meselâ kimindüşüncesi mîdesi olursa, kıymeti ondan çıkan kadardır. Binâenaleyhhimmetini şöhrete, şehvete harcayanın hâli mâlûm olur.” dedi.

Bir müddet Siirt’in Kozluk kazâsına bağlıGadiri köyünde kaldıktan sonra Şehri’ye gelen Abdülhakîm Hüseynîinsanlara tatlı sohbetlerde ve nasîhatta bulundu. Dinleyenlerdenbirinin ; “Açık ve gizli darbelere nasıl dikkat ederiz, onlardan nasılkurtuluruz?” sorusuna şöyle cevap verdi:

Darbelerden kurtulmak için açık ve gizliedeplere uymak, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek, hasbelbeşer, insanlık îcâbı bir günâh işlenirse, tövbeyi geciktirmemek,Selef-i sâlihînin yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve diğerİslâm âlimlerinin eserlerini okumak, öğrendiğimiz İslâmî bilgileribilfiil tatbik etmekle ve İslâmiyeti bilenlerin sohbet ve nasîhatlerinidinlemek le kurtuluruz. Bunlar zâhirî edeptir. Bâtınî, gizli edeplerigözetmek ise bu zamanda çok zordur. Kalbi mâsivâdan yâni Allahüteâlâdan başkasını düşünmekten temizlemekle mümkün olur. NitekimHâfız-ı Şîrâzî hazretleri; “Seni dostundan geri bırakan ne ise kalptenonu terk et.” buyurdu.

Bir sohbeti esnâsında da dinleyenlerdenbirisi; “Bir kimse Kur’ân-ı kerîmi, hadîs-i şerîfleri, fıkıh ilminibiliyor, Selef-i sâlihînin, ilk devir İslâm âlimlerinin kitaplarınıokursa, mânevî bir yol göstericiye ne gerek vardır?” diye sordu.Cevâbında buyurdu ki:

“Dediğin doğrudur fakat bir eczâcı türlütürlü otları ve çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi şerbetçıkarılacağını, hangi hastalığa faydalı olacağını da bilir. Hattâ çoğuzaman doktorlara da onu gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göreteşhis ettikleri hastalığa onun ilaçlarını tavsiye ederler. Fakateczâcı bir hastanın hastalığını teşhis etmekten âcizdir. Doktorunreçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın üzerinde reçetesizsatılmaz diye bir kayıt olursa, eczâcı o ilacı parasız olarak verdiktensonra hasta o ilaçla ölürse, eczâcı cezâlandırılır. Elbette böyle satışyapan cezâyı hak eder. Bununla berâber hastalıkları tedâvî ve teşhiseden doktor da kendi filmini çekmekten âcizdir. Belki filmini çekebilirama iki omuzu arasında bir çıban varsa onu tedâvî etmekten âcizdir.Âlimleri de buna kıyas ediniz. Halbuki insan âhiret yolunda evvelâavâmdır yâni halktandır. Nasıl kendini tedâvî edebilir. Kalbhastalıklarının tedâvîsi maddî tedâvîden daha zordur. Acaba nazarîolarak tıb ilmini tahsil edene, senin oğlun dâhi olsa beyin ve kalbameliyâtında sen kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş vebirçok başarıları görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslimedebilirsin değil mi? Bu kadar vâizler, nasîhatlarıyla az kimseleriyola getirirler fakat mânevî rehber olan hocalar öyle değildir. Peçokgünahkâr ve fâsık onların sohbetleri sebebiyle günahlarından vazgeçmişlerdir. Bu hâl apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamânımızda yolgöstericiler az olduğu için gençlerimizin isyânı fazla olmuştur. Bugünvâz ve nasîhat eden kimseler çoktur ama hakîkî saâdet yolunu gösterenrehberler azdır.”

Abdülhakîm Hüseynî bir sohbeti sırasındatövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdu:

Tövbe geçmiş günahları pişmanlıkla terketmek ve gelecekte yapmamaya azmetmektir. İşte bu hâl insana on güzelahlâk ve hasleti kazandırır. Bu hasletlere tövbenin şartları denir.Birincisi; ikinci bir seferde günah işlememektir ki farzdır. İkincisi;tutulduğu günahları terk etmek ve işlediği için üzülmektir. Üçüncüsü;Allahü teâlâya yönelip kazâsı gereken ibâdetleri kazâ etmek, keffâretigerekenin keffâretini vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerinevermektir. Abdurrahmân Tâgî hazretleri; “Utancından dolayı gasb ettiğive çaldığı malı sâhibine iâde etmeyen veya helâllaşmayanın zulüm ileilgili tövbesi sahîh değildir.” buyurdu. Dördüncüsü; yaptığındanpişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir. Beşincisi;istikâmeti düzeltmek için bütün tedbirleri almak, bilfiil istikâmetyoluna girmek, ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azimle kasdeylemektir. Altıncısı; günahlarının âkibetinden korkmaktır. Yedincisi;günahlardan vaz geçtiği için affedilmek ve cenâb-ı Hakk’ın mağfiretiniümid etmektir. Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf edipaffını taleb etmektir. Dokuzuncusu; günahları Allahü teâlânın takdîrive adâleti ile olmuş bilmek ve Allahü teâlânın tövbeyi nasîb ettiğineinanmaktır. Onuncusu; sâlih amellere devâm etmektir.

Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbeninzamânı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirinîmânı kabul olmadığı gibi müminin tövbesi de makbûl değildir. “MuhakkakAllahü teâlâ kulun tövbesini cân gargaraya gelmeden önce kabûl eder.” hadîs-işerîftir. Nihâyet can boğazına çıkınca ne kâfirin îmânı, ne de müminintövbesi kabûl değildir.”

Abdülhakîm Hüseynî Menzil’de bulunduğusırada hastalanmadan önce şimdiki türbesinin yerini etrafına taşlardizerek işâretledi. Vefât ettiği zaman buraya defn edilmesini vasiyetetti. Ömrü boyunca insanların îmânlarını kurtarabilmeleri için gayretetti. Bir sohbetinde; “Evliyâ yetiştirme mektepleri olan tarîkatler,artık îmân kurtarma mektepleri hâline geldi. Eskiden insanlar yıllarcagezer, kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıpmüslümanları îmânlarının kurtulması için çağırıyor ve topluyorlar.Şâh-ı Hazne (Ahmed Haznevî) Ümmet-i Muhammed’in îmânını kurtarmayaçalıştı. Yoksa bu zamanda tarîkat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdibir oyalamadır yapıyoruz. Maksad îmân kurtarmaktır. Tam hidâyet Mehdîaleyhirrahme zamanında olacaktır.” buyurdu.

Ömrünün son zamanlarında sohbetine geleninsanlara buyurdu ki:

İnsanın kalbi dâimâ Allahü teâlâya bağlıolmalı, Allah insanın aklından, fikrinden hiç çıkmamalı. İnsanın kalbihem mahzûn olmalı, hem de Rabbine yalvarış içinde bulunmalı. Kişi nekadar mahzûn, ne kadar nefsinden ve benliğinden uzaklaşmışsa Allahüteâlânın yanında o kadar makbûl ve yüksektir. Zâlim olan, zulm eden,zevk ve safâ peşinde koşan kişinin, elbette Allahü teâlâdan haberiolmaz.

İnsan fakîr olmalıdır. Rabbü’l-âlemîn hepfakirlerledir. Fakirleri sever. Fakirlikten maksat nefs ve benliktenuzak olmaktır. Dünyâ malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs vebenliğini yenmesi lâzımdır. Nefsini gören, kendinde büyüklük hissedenkimseyi Allahü teâlâ sevmez. Şeytanın küfre gitmesinin sebebi nefsini,kendini büyük görmesi değil miydi?.. İnsanın ayağı nefsin göğsündebulunmalıdır ki, başkaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çokbüyüktür. Firavun, Şeddat, Kârûn gibilerin felâketlerine nefislerisebeb oldu. Çünkü büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialarakalkıştılar. Kendileri boş bir dâvâ güttüklerini, ilâh olmadıklarını veAllahü teâlâdan uzak olduklarını bildikleri hâlde nefislerinin Allahlıkdâvâsına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar büyümüş ve kendilerinehâkim olmuştu.

İnsanın iyi amellerini ve ibâdetlerinigörmemesi , hep günâhlarını görmesi lâzımdır. İnsan bir şey olmadığınıbilmelidir. Hayrını, amelini, ibâdetini değil, hep günahlarını gözönünde tutmalıdır. Çünkü insan amel ve ibâdetini görünce nefsi kabarır.İnsanı felâkete götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârûn gibi ilâhlıkdâvâsında bulunan ve helâke gidenler hep nefisleri yüzünden bufelâketlere uğradılar. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlıkdâvâsına kalkıştılar. Çünkü nefis kendinden üstün hiç bir varlığınbulunmasını istemez. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmışnefislerin in ilâhlık iddiâsına uymuşlardır. Onlar kendilerinin ilâholmadığını bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı fakat büyüyen ve büyükiddiâlara kalkışan nefislerine kendileri de uydular.

İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerlearkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaati ebediyete kadardevâm eder. İşte Eshâb-ı Kehf’in köpeği, köpek olması münâsebetiyleharam ve necisdir. Islâkken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defâyıkamak gerekir (Şâfiî mezhebine göre). Fakat iyilerle kaldığı için,Allahü teâlâ onu berâber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı.Haram ve necis olduğu hâlde cennetlik oldu ve Cennet’te iyilerleberâber bulunacaktır. Halbuki Nûh aleyhisselâmın oğlu Ülü’l-azm birpeygamberin oğlu olduğu hâlde, kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarlaberâber bulunduğu için îmânını kaybetti. Allahü teâlâ onu kâfirlertopluluğundan yazdı. Peygamber oğlu olduğu hâlde kâfirlerle arkadaşlıkyapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine îmânsız gitti. Öte yandannecis olan bir köpek ise cennetlik oldu. Çünkü iyilerle berâberdi,onlardan ayrılmadı. Peygamber efendimiz sallü aleyhi ve sellembuyurdu ki: “İnsan her kimi seviyorsa kıyâmette de onunla berâberhaşrolacak, kiminle arkadaşsa haşirde de onunla arkadaş olacaktır.”

Ömrünün sonunda bir yıl kadar kaldığıAdıyaman’ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde hastalanan AbdülhakîmHüseynî Efendi tedâvî için Diyarbakır’a götürüldü. Oradan da Ankara’yanakledildi. Burada iken bâzı siyâset adamları ve parlamenterlerkendisi ni ziyâret ederek duâsını istediler. Onlara hitâben; “Hâlisniyetle dîn-i mübîne, İslâm dînine her kim hizmet etmek isterse Allahüteâlâ onu muvaffak kılsın…” diye duâ etti.

Ankara’da yapılan ameliyattan sonradurumu düzelmedi. 25 Mayıs 1972 (H.1392) târihinde Ankara’da vefâtetti. Cenâzesi Menzil köyüne götürülerek talebeleri tarafından, dahaönce işâretlemiş olduğu yerde defnedildi. Kabri sevenleri tarafındanziyâret edilmektedir.

İŞİN ESÂSI

Talebelerinin bir sorusu üzerine buyurduki;

Fıkıh ilmini öğrenin, onunla amel edin.İslâm dîni edeplerden ibârettir. Edeplere uymak lâzımdır.

Alışkanlık çok çirkindir. İbâdet dealışkanlıkla yapılmamalı. Çünkü alışkanlık hâlini alırsa ibâdet âdetolur. İbâdeti âdetten edeblerle ayırmak gerekir. Herbir işe kapısındangirmek gerekir, temelden başlamak lâzımdır. Kul elinden gelen tedbirialmakla Allahü teâlânın takdirine teslim olmalıdır. Zamânın hepsi üçsaatten ibârettir. Bir gün aleyhte, bir gün lehte olur. Lehte olduğuzaman şımarıklık, kibirlilik ve zulümden sakınmalı, aleyhte olduğuzaman sabır, tahammül, azamî tedbire sarılmalıdır. Ne aleyhte ne lehteolduğu zaman da vakti değerlendirmek gerekir.

İşin esâsı Ehl-i sünnet vel-cemâatîtikâdını öğrenip îmânı düzeltmek ve Ehl-i sünnet âlimlerininbildirdikl eriyle amel etmektir. Îmânı Ehl-i sünnet îtikâdına göredüzeltmeden tasavvuf yolunda ilerlemek mümkün değildir.


1) Mâneviyât Dünyâsında İz Bırakanlar; s.121,132
2) Edeple Varış Lütufla Dönüş; s.3
3) Sohbetler

Eğitim dosyaları ve daha fazlası

Religion